1 Eylül Dünya Barış Günü‘nün barışa katkısı tartışılır, ancak bizim açımızdan 2022 yılı itibarıyla da sadece sembolik kutlama ve temennilerle geçti.
Umarım barış bilincinin oluşmasına katkısı olmuştur.
Dünyanın hiçbir bölgesinde silahlar susmadı, çatışmalar durmadı ve savaşlar sona ermedi.
Türkiye’nin de yer aldığı coğrafyada Ukrayna-Rusya savaşı başta olmak üzere, İran, Irak, İsrail, Suudi Arabistan, Yemen, Suriye ve Libya kaynaklı çatışmalar artarak devam ediyor.
Küresel güçlerin “barış” söylemleri ise coğrafyamızda iddiadan öteye geçmedi.
Kendi adıma belirtmeliyim ki 21’inci yüzyılda barışın savaştan, demokrasinin istibdattan, eşitliğin ayırımcılıktan, adaletin zulümden ve refahın yoksulluktan daha baskın çıkacağını düşünüyordum.
Ne yazık ki yanılmakla kalmadım, büyük bir hayal kırıklığına da uğradım.
21’inci yüzyılın hemen başında ABD-New York’ta ikiz kulelere yapılan saldırı ile Ortadoğu, Afrika ve Asya’da şiddetin dozu artırılarak coğrafyamız işgal ve imha edilmeye başlandı.
Küresel ve bölgesel güçlerin desteğinde sürdürülen iç çatışmalar ve terörün, işgalcilerden daha çok tahribata yol açtığı söylenebilir.
Küresel ittifakların işgal ve yağma savaşlarına bölge devletleri destek olurken, küresel karşıtı örgütler de terör yöntemiyle bölge devletlerine karşı savaşmaya başladılar.
Yaratılan kaos ortamında belirleyici güç artık şiddetin gücü oldu.
Küresel vahşet yanında ceberut yönetimlerin katliamları, yıkım ve tahribatları artık “savaş” tanımı içine girmeyecek kadar sınırları aşmış oldu.
Bu nedenle söz konusu savaşı “küresel ve bölgesel terör” olarak tanımlamanın gerçeğe daha yakın olduğunu düşünüyorum.
Buna ilave olarak PKK, IŞİD-, Haşdi Şabi, ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) gibi şiddet örgütlerinin terör savaşları bölgemizi adeta cehenneme çevirdi.
Kuşkusuz şiddet örgütlerinin hiçbiri bağımsız değildir. Küresel ve bölgesel devletler arasındaki güç ve egemenlik savaşlarında vekalet görevi üstlenmişlerdir.
Bazı örgütlerin, savaştığı devletler tarafından kurulması ise coğrafyamıza reva görülen şiddetin boyutlarını göstermesi açısından çok önemlidir.
İnanıyorum ki küresel, bölgesel devletler ve şiddet örgütlerinin hiçbiri demokrasi-özgürlük-hak ve hukukun tesisi için savaşmıyor.
İstisnasız hepsi çıkarları için savaş veriyor.
Savaş ve terörün yol açtığı toplumsal ve siyasal sorunların bedelini ise halk ödüyor.
Katliam ve yıkımla, zorunlu göçlerle toplumların ahlaki ve kültürel dokusunun bozulması tahribata bir örnek olarak verilebilir.
Kitlesel yoksulluk yaygınlaştı. Dayanışma ve yardımlaşma imkânı kalmadı. Böylece aileler dağıldı, değerler, örf ve gelenekler yok oldu.
Savaşlara taraf olmadığı halde savaştan etkilenmeyen kesim kalmadı.
Ülkemizde bunun en açık örneği Kürtlerdir. Planlanmış çok yönlü terör ve çatışmaların en ağır yıkımını yaşıyorlar.
PKK ile yürütülen kirli savaşın bedelini sadece savaşın tarafları ödemiyor, savaşa taraf olmamış kesimler de en ağır biçimiyle, belki de daha fazla ödüyor.
Savaştan beslenenler, savaş ile güç devşirenler, savaş politikalarını savunanlar ve savaş yanlıları için tahribat ve yıkımın, akan kanın ve katliamların bir önemi yoktur.
Bu durum, devletler ve örgütler için aynı derecede önemsizdir.
Devleti yönetenler de örgütler de öldürülen gençleri, “şehit” diye toprağa gömmekten güç devşirirler.
Türkiye’de “şehitlik” edebiyatıyla toplumun önemli bir kesimi alenen manipüle ediliyor.
Gencecik bedenler toprağa verildikçe, yüreklere ateş düştükçe “vatan-millet” naraları yükselmekte, ajitasyon ve hamasetle savaş propagandası daha da etkinleştiriliyor.
Albert Einstein’ın sözüyle;
Propagandayla zehirlenmedikleri sürece, kitleler asla savaş düşkünü değildir.
Milli ve dini propagandalarla zehirlenmiş taraflar karşısında “Gençlerimiz neden ölüyor?” veya “Çocuklarımız artık ölmesin” gibi masum ve haklı talepler anlamsızlaşmakta ve savaş karşıtı seslerin yükselmesi de imkânsız hale geliyor.
Bu durumda çağrının muhatapları olan iktidar veya örgütlerden olumlu yanıtlar almak mümkün olur mu?
Devlet veya örgütlerin şiddet politikalarını besleyen de bu anlayış değil mi?
Ne yazık ki barış bilinci ve medeniyet yoksunu bizim gibi toplumlar savaşları sorgulamak yerine yüceltiyor.
Barış içinde herkesin hakkının korunduğu siyasal bir düzen yerine güçlüden yana olan siyasal düzenleri veya ideolojileri önemsiyor.
Sivil insanların acımasızca katledildiği, büyük vahşetlerin yaşandığı, köy-kasaba ve şehirlerin yakılıp yıkıldığı ülkemizde acı duyanların az sayıda olması dikkatimizi hiç mi çekmiyor?
Hukuksuzluktan ve siyasetten güç almayı adalete tercih ediyoruz.
Güçlü olan haksızı, ahlaksızı, sahtekarı, yalancıyı hakka ve haklıya tercih ediyoruz.
“Alnı secdeye gidiyor” veya “bizden” diye zalimi, düzenbazı, dinbazı, hırsızı, cahili tercih ediyoruz.
Ya da “namaz kılmıyor” veya “bizden değil” diye doğru, dürüst, ehil ve liyakat sahibi insanları düşmanlaştırıyoruz.
Böyle bir anlayışın barışı savaşa, adaleti zulme, hakkaniyeti ayırımcılığa tercih etmesi mümkün olur mu?
Oysa dürüstlük, ehliyet, liyakat, barış, özgürlük ve adalet birbirinden ayrılmaz değerler.
Bu değerler, hiçbir siyasi aktörün veya örgütün iktidar ve hegemonya hesaplarına kurban edilemez, edilmemeli.
Acı ve kan üzerinden siyaset yapmaya, savaşı kışkırtmaya en azından barış yanlısı olarak, sesimizi yükselterek müsaade etmememiz gerekiyor.
Barış, toplumların ve ülkemizin dün olduğu gibi bugün de yarın da en asli ihtiyacıdır.
Esas olan barıştır. Savaş ise istisnai bir durumdur.
Tercihimiz barış olmadıkça savaşlar devam edecek!