DOLAR
34,3826
EURO
36,7732
ALTIN
2.968,42
BIST
9.184,82
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Çok Bulutlu
16°C
İstanbul
16°C
Çok Bulutlu
Pazartesi Çok Bulutlu
17°C
Salı Hafif Yağmurlu
16°C
Çarşamba Hafif Yağmurlu
12°C
Perşembe Az Bulutlu
14°C

DÜNYADA KONUŞULAN İLK DİL HANGİSİ?

DÜNYADA KONUŞULAN İLK DİL HANGİSİ?
06.06.2023 14:02 | Son Güncellenme: 06.06.2023 14:03
459
A+
A-

Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi

Kürdistanlı Peygamberler – 80

■ İbrahim Sediyani

     ■ DÜNYADA KONUŞULAN İLK DİL HANGİSİ?

binguven-bal2

     Kur’ân-ı Kerîm’de, “Baqara” sûresinde, Allah’ın ilk insanları yaratmadan önce bu konuyu melekleriyle istişare ettiği anlatılır. Tevrat ve İncil’de geçmeyen ama Kur’ân’da geçen bu bilgiye göre, melekler yaratan’ın bu kararından endişe duyarlar hatta itiraz ederler. Kur’ân’daki en çarpıcı anlatımlardan biridir bu.

Birlikte okuyalım:

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ين قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ قَالَ يَٓا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۚ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ وَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اسْكُنْ اَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَاۖ وَلَا تَقْرَبَا هٰذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِم۪ينَ

“Hani Rabb’in meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?’ dediler. (Bunun üzerine) Allah (da)‘Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ buyurdu. Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip, ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi. ‘Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz Sensin’ cevabını verdiler. ‘Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir’ dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de, ‘Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim demedim mi?’ buyurdu. Meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde İblis dışındakiler derhal secde ettiler; o direndi, büyüklendi ve kâfirlerden oldu. ‘Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet’te oturun, orada istediğiniz yerden rahatça yiyip için ve şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz’ dedik.” (9446)

     Kur’ân’daki bu âyetlerde, Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettiği belirtilmektedir.

     Kelimeler (isimler) belli bir dile ait kavramlardır. Eğer Allah ilk insana isimleri öğretmişse, o isimlerin ait olduğu bir dille konuşmuş demektir.

     Burdan, insanın konuştuğu ilk dilin bizzat Allah tarafından ona öğretildiğini anlıyoruz. Yani dil, öyle tabiât seslerini taklit ederek, su ve kuş sesini, hayvan seslerini taklit ederek, mağarada veya av esnasında “glu glu” veya “ugu ugu” türü sesler çıkararak zaman içinde meydana gelmiş birşey değil. Dil, kutsal kitaplara göre insan ürünü değildir. Dünyada konuşulan ilk dili bizzat Allah insanlara öğretmiştir. Dünyada konuşulan ve halen konuşulmaya devam eden diğer bütün diller de o ilk dilden türemiştir. Zaten Kur’ân’da “dillerin Allah’ın âyeti olduğunun” belirtilmesi de bu yüzdendir:

وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْعَالِمٖينَ

“Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması, gökleri ve yeri yaratması, O’nun delilerinden biridir. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.” (9447)

     Diller insan ürünü olsaydı, Kur’ân diller için “Allah’ın âyeti” demezdi.

     Dilbilimciler, “dil”in tanımını şu şekilde yaparlar: Dil, gramer ve kelime dağarcığından oluşan yapılandırılmış bir iletişim sistemidir. İnsanların hem sözlü hem de yazılı biçimde anlam ilettiği birincil araçtır ve ayrıca işaret dilleri aracılığıyla da iletilebilir. İnsan dillerinin büyük çoğunluğu, dilin seslerinin veya işaretlerinin kaydedilmesine ve korunmasına izin veren yazı sistemleri geliştirmiştir. İnsan dili, kültürler arasında ve zaman içinde gözlemlenen önemli farklılıklarla birlikte, kültürel ve tarihsel çeşitliliği ile karakterize edilir. (9448) Dilden genel bir kavram olarak bahsederken, olgunun farklı yönlerini vurgulayan tanımlar kullanılabilir. (9449) Bu tanımlar ayrıca dilin farklı yaklaşımlarını ve anlayışlarını gerektirir ve aynı zamanda farklı ve çoğu zaman birbiriyle uyumsuz dilbilim kuramı ekollerine bilgi sağlar. (9450)

     Şu anda yeryüzünde konuşulan dil sayısı ortalama 7000 civarındadır. (9451) (“National Geographic Society”ye göre 6912 (9452)“Ethnologue”ya göre 7168 (9453))

     Kutsal metinlerin hiçbir anlatımında, Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva (as)’nın Cennet’ten kovulduktan sonra yeryüzünde birbirlerini bulduklarında, anlaşabilmek için kendi aralarında bir dil (veya konuşma şekli) türettikleri, sonra kendi geliştirdikleri bu dille birbirleriyle konuştukları anlatılmaz. İkisi birbirlerini bulduklarında direk konuşup anlaşıyorlar. Yani yaratıldıklarında Allah onlara hangi dilde isimleri öğretmişse, yeryüzünde o dille konuşmaya devam ediyorlar.

     Kutsal kitap Tevrat da bunu doğrular. Tevrat’ta anlatıldığına göre, Nûh Tufanı’ndan sonrasına kadar yeryüzünde tüm insanlar aynı dili konuşuyorlardı. Allah, Babil Kulesi’ni yaparak kendisine ulaşmaya çalışan insanlara kızar, bundan korkar (!) ve “yeryüzüne inerek” (!) onların dillerini karıştırır. Farklı diller bu şekilde meydana gelmiştir:

וַֽיְהִ֥י כָל־הָאָ֖רֶץ שָׂפָ֣ה אֶחָ֑ת וּדְבָרִ֖ים אֲחָדִֽים׃ וַֽיְהִ֖י בְּנָסְעָ֣ם מִקֶּ֑דֶם וַֽיִּמְצְא֥וּ בִקְעָ֛ה בְּאֶ֥רֶץ שִׁנְעָ֖ר וַיֵּ֥שְׁבוּ שָֽׁם׃ וַיֹּאמְר֞וּ אִ֣ישׁ אֶל־רֵעֵ֗הוּ הָ֚בָה נִלְבְּנָ֣ה לְבֵנִ֔ים וְנִשְׂרְפָ֖ה לִשְׂרֵפָ֑ה וַתְּהִ֨י לָהֶ֤ם הַלְּבֵנָה֙ לְאָ֔בֶן וְהַ֣חֵמָ֔ר הָיָ֥ה לָהֶ֖ם לַחֹֽמֶר׃ וַיֹּאמְר֞וּ הָ֣בָה׀ נִבְנֶה־לָּ֣נוּ עִ֗יר וּמִגְדָּל֙ וְרֹאשֹׁ֣ו בַשָּׁמַ֔יִם וְנַֽעֲשֶׂה־לָּ֖נוּ שֵׁ֑ם פֶּן־נָפ֖וּץ עַל־פְּנֵ֥י כָל־הָאָֽרֶץ׃

וַיֵּ֣רֶד יְהוָ֔ה לִרְאֹ֥ת אֶת־הָעִ֖יר וְאֶת־הַמִּגְדָּ֑ל אֲשֶׁ֥ר בָּנ֖וּ בְּנֵ֥י הָאָדָֽם׃ וַיֹּ֣אמֶר יְהוָ֗ה הֵ֣ן עַ֤ם אֶחָד֙ וְשָׂפָ֤ה אַחַת֙ לְכֻלָּ֔ם וְזֶ֖ה הַחִלָּ֣ם לַעֲשֹׂ֑ות וְעַתָּה֙ לֹֽא־יִבָּצֵ֣ר מֵהֶ֔ם כֹּ֛ל אֲשֶׁ֥ר יָזְמ֖וּ לַֽעֲשֹֽׂות׃ הָ֚בָה נֵֽרְדָ֔ה וְנָבְלָ֥ה שָׁ֖ם שְׂפָתָ֑ם אֲשֶׁר֙ לֹ֣א יִשְׁמְע֔וּ אִ֖ישׁ שְׂפַ֥ת רֵעֵֽהוּ׃

וַיָּ֨פֶץ יְהוָ֥ה אֹתָ֛ם מִשָּׁ֖ם עַל־פְּנֵ֣י כָל־הָאָ֑רֶץ וַֽיַּחְדְּל֖וּ לִבְנֹ֥ת הָעִֽיר׃ עַל־כֵּ֞ן קָרָ֤א שְׁמָהּ֙ בָּבֶ֔ל כִּי־שָׁ֛ם בָּלַ֥ל יְהוָ֖ה שְׂפַ֣ת כָּל־הָאָ֑רֶץ וּמִשָּׁם֙ הֱפִיצָ֣ם יְהוָ֔ה עַל־פְּנֵ֖י כָּל־הָאָֽרֶץ׃

“Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar (Sümer – İ. S.) bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. Birbirlerine, ‘Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim’ dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, ‘Kendimize bir kent kuralım’ dediler, ‘Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.’

Rabb insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. ‘Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar’ dedi, ‘Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.’

Böylece Rabb onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü Rabb bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.” (9454)

     Gerek Tevrat’taki gerek Kur’ân’daki anlatımlardan, dünyadaki insanların hepsinin ilk başlarda aynı dili konuştuklarını, farklı dillerin sonradan bu tek dilden türediklerini öğreniyoruz. (NOT: Yüz yıldır bize “tek dil, tek ırk” dayatması yapan TC resmî ideolojisi ve Kemalistler için, Nûh Tufanı’ndan önceki bu dönem ne şahane bir dönemmiş!)

     Bu da demek oluyor ki, Allah’ın insana öğrettiği o dil, insanların yeryüzünde konuştukları ilk dildir aynı zamanda ve dünyada bugüne dek konuşulmuş, şu anda konuşulan bütün diller de o dilden türemiştir.

     PEKİ BU DİL HANGİSİDİR?

Dünyada konuşulan ilk dil olan, şu anda yeryüzünde konuşulan tüm dilerin de ondan türediği bu dil hangi dildir?

     Elbette bunu kesin olarak bilebilmek, yüzde yüz bir doğrulukla tespit edebilmek mümkün değildir. Konunun en başında şunu net bir şekilde ifade etmek isteriz ki, her kim çıkar da herhangi bir dili işaret edip, “Bu dil, dünyada konuşulan ilk dildir ve diğer bütün diller ondan türemiştir” derse, bir hakikati dile getirmiyor, sadece kendi subjektif bakış açısını dile getiriyor demektir. Çünkü bunu kesin olarak belirleyebilmek, hakikaten ama hakikaten mümkün değildir. Şu anki insanlar olarak bunu bir gerçek olarak bilmemizin hiçbir şekilde imkânı yoktur.

     Ancak bu konuda çeşitli dînî metinlerin, farklı dîn âlimlerinin ve bilginlerinin, düşünürlerin, tarihçilerin ve dilbilimcilerin söyledikleri çok ilginç şeyler vardır. Fakat bütün bunlardan da öte, (şayet kutsal kitapların anlattığı insanlık tarihini doğru kabul edersek) aklın ve coğrafyanın bizi mecburen götürdüğü bir sonuç vardır. Ne yaparsak yapalım, o sonuca varmaktan başka şansımız kalmıyor.

     Kitabın bu bölümünde, bu son derece ilginç ve cezbedici, her türlü tartışmaya ve spekülasyona da açık konuyu işleyeceğiz, siz sevgili okurlarımızla.

     Hazırsanız, yine kadim ve derin, öğretici ve bilgilendirici, düşündürücü ve sorgulatıcı, bir o kadar da zevkli ve keyifli yeni bir yolculuğa başlayabiliriz.

     Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.

     Kutsal kitaplar Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığına göre, yaşadığımız gezegende insanlık tarihi, iki defa yeniden başladı. Biri ilk insanlar olan Âdem ve Havva ile (9455), biri de tüm yeryüzü küresel bir tufan yaşayıp sular altında kaldığında, sadece gemisine binip kurtulanlarla birlikte Hz. Nûh (as) ile (9456).

     İlginç olan şu ki, hayat her iki defasında da Kürdistan topraklarında başlamıştır. İlk insanların vatanı Kürdistan’dır ve insanlık, Kürdistan vatanından başlayarak tüm yeryüzüne yayılmıştır. (9457) İlk insanlar olan Hz. Âdem ve Hz. Havva dünya hayatına Kürdistan’da başlamışlar (9458), O’ndan 1626 yıl sonra (9459) gerçekleşen Nûh Tufanı hadisesi Kürdistan’ın Şırnak (Şehr-i Nûh) ilinde yaşanmış (9460), tüm semavî dînlerin atası olan Hz. İbrahim (as) ise Nûh Tufanı’ndan tam 293 yıl sonra (9461) Kürdistan’ın Şanlıurfa (Riha) ilinde (9462) bir mağarada doğmuştur.

     Tevrat’ta, “Tekvin” (Yaratılış) bölümünde anlatıldığına göre, ilk insanlar olan Âdem ve Havva, Allah-û Teâlâ tarafından Adn Cenneti’ne yerleştirilmiş, sonra da bu cenneti sulamak için büyük bir ırmak yaratılmıştır. Dört kola ayrılan bu nehirlerden ikisi Pişon ve Gigon’dur, diğer ikisi de Dicle ve Fırat’tır:

וַיִּטַּ֞ע יְהוָ֧ה אֱלֹהִ֛ים גַּן־בְּעֵ֖דֶן מִקֶּ֑דֶם וַיָּ֣שֶׂם שָׁ֔ם אֶת־הָֽאָדָ֖ם אֲשֶׁ֥ר יָצָֽר׃ וַיַּצְמַ֞ח יְהוָ֤ה אֱלֹהִים֙ מִן־הָ֣אֲדָמָ֔ה כָּל־עֵ֛ץ נֶחְמָ֥ד לְמַרְאֶ֖ה וְטֹ֣וב לְמַאֲכָ֑ל וְעֵ֤ץ הַֽחַיִּים֙ בְּתֹ֣וךְ הַגָּ֔ן וְעֵ֕ץ הַדַּ֖עַת טֹ֥וב וָרָֽע׃

וְנָהָר֙ יֹצֵ֣א מֵעֵ֔דֶן לְהַשְׁקֹ֖ות אֶת־הַגָּ֑ן וּמִשָּׁם֙ יִפָּרֵ֔ד וְהָיָ֖ה לְאַרְבָּעָ֥ה רָאשִֽׁים׃ שֵׁ֥ם הָֽאֶחָ֖ד פִּישֹׁ֑ון ה֣וּא הַסֹּבֵ֗ב אֵ֚ת כָּל־אֶ֣רֶץ הַֽחֲוִילָ֔ה אֲשֶׁר־שָׁ֖ם הַזָּהָֽב׃ וּֽזֲהַ֛ב הָאָ֥רֶץ הַהִ֖וא טֹ֑וב שָׁ֥ם הַבְּדֹ֖לַח וְאֶ֥בֶן הַשֹּֽׁהַם׃ וְשֵֽׁם־הַנָּהָ֥ר הַשֵּׁנִ֖י גִּיחֹ֑ון ה֣וּא הַסֹּובֵ֔ב אֵ֖ת כָּל־אֶ֥רֶץ כּֽוּשׁ׃ וְשֵׁ֨ם הַנָּהָ֤ר הַשְּׁלִישִׁי֙ חִדֶּ֔קֶל ה֥וּא הַֽהֹלֵ֖ךְ קִדְמַ֣ת אַשּׁ֑וּר וְהַנָּהָ֥ר הָֽרְבִיעִ֖י ה֥וּא פְרָֽת׃

וַיִּקַּ֛ח יְהוָ֥ה אֱלֹהִ֖ים אֶת־הָֽאָדָ֑ם וַיַּנִּחֵ֣הוּ בְגַן־עֵ֔דֶן לְעָבְדָ֖הּ וּלְשָׁמְרָֽהּ׃ וַיְצַו֙ יְהוָ֣ה אֱלֹהִ֔ים עַל־הָֽאָדָ֖ם לֵאמֹ֑ר מִכֹּ֥ל עֵֽץ־הַגָּ֖ן אָכֹ֥ל תֹּאכֵֽל׃ וּמֵעֵ֗ץ הַדַּ֙עַת֙ טֹ֣וב וָרָ֔ע לֹ֥א תֹאכַ֖ל מִמֶּ֑נּוּ כִּ֗י בְּיֹ֛ום אֲכָלְךָ֥ מִמֶּ֖נּוּ מֹ֥ות תָּמֽוּת׃

“Rabb Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.

Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.

Rabb Tanrı Aden Bahçesi’ne bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu. O’na, ‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin’ diye buyurdu, ‘Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.’ (9463)

     Kutsal metinlerin tasvirinden net biçimde anlaşıldığına göre, Hz. Âdem’in yaşadığı coğrafya ile Hz. Nûh’un aynıdır. Tevrat’ta, Allah tarafından yaratıldıktan sonra ilk insanların Kürdistan’da dünya hayatına başladıklarını ve insanlık tarihinin Kürdistan coğrafyasında başladığını açık bir şekilde görmekteyiz.

     Ezdaîlik (Ézidîlik) dîni, bunun Kürdistan’ın tam olarak neresi olduğunu da söylemektedir. Dünyanın en eski dînlerinden biri (9464) olan ve günümüzde sadece Kürtler arasında yaşayan (9465) bir dîn olan Ezdaîlik inancına göre, Allah tarafından Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzüne gönderilirken, onların dünyada bırakıldıkları ve hayata başladıkları yer, bugünkü Güney Kürdistan’da, Irak’ın kuzeyinde özerk bir bölge olan Kürdistan Bölgesi’nde, Ninova ilinin Şêyxan ilçesine bağlı kutsal Laleş mıntıkasıdır. (9466) Burası halen Ézidîler’in kutsal mekânıdır, çünkü yeryüzünde insanlık tarihi burada başlamıştır ve onların hacc merkezi olan Laleş Tapınağı da buradadır. (9467)

     Tevrat ve Kur’ân’da, Tanrı’nın ilk insanları yarattıktan sonra onlara bütün kelimeleri, her şeyin ismini öğrettiği “dil”e getirilmektedir. (9468) Ezdaîlik inancına göre bu dil Kürtçe’dir ve Allah onlarla Kürtçe konuşmuştur. Böylece Tanrı Kürtçe’yi kutsamış ve onu yarattığı yeryüzünde konuşulan ilk dil yapmıştır. İlk dil olan Kürtçe’den daha sonra dünyada konuşulan diğer bütün diller türemiştir. (9469)

     Ezdaîlik bir “Kürt dîni” olduğu için böyle bir inancı taşıdıkları söylenebilir. Fakat aynı inancı taşıyan başka dînler de vardır. Kürtler’le hiçbir alakası olmayan dînler de Tanrı’nın Âdem ve Havva ile Kürtçe konuştuğunu ve Kürtçe’nin yeryüzünde konuşulan ilk dil olup dünyadaki tüm dillerin Kürtçe’den türediğini “dil”e getirmişlerdir.

     Örneğin İran mahrecli bir dîn olan ve Kürtler’le hiçbir alakası olmayan, bir tane dahi Kürt mensubunun bulunmadığı Bahaîlik dîni de böyle bir inanca sahiptir. Bahaîlik dîninin kurucusu ve peygamberi olup İranlı bir Mazenderî olan Bahaullah ya da gerçek adıyla Mirza Hûseyn Ali Mazenderanî Nurî (1817 – 92), Kur’ân-ı Kerîm’de, “Baqara” sûresinde geçen “Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” (9470) âyetiyle ilgili olarak, Allah’ın Âdem’e öğrettiği bu ilk dilin Kürtçe olduğunu belirtmiş, Kürtçe’nin insan denen canlı türünün konuştuğu ilk dil olduğunu ve dünyadaki tüm dillerin Kürtçe’den türediğini söylemiştir. (9471)

     Mirza Hûseyn Ali Nurî (Bahaullah), İranlı Müslüman bir ailede doğmuş, İslamî tedrisat alarak büyümüş ve kendi döneminin en büyük İslam âlimlerinden biri olmuştur. İran’ın bugün üçüncü büyük şehri olan İsfahan’da kendi medresesi vardı ve burada İslamî tedrisat veriyor, talebe yetiştiriyordu. 17. yy’ın başlarına dek İsfahan’da Cuma namazları, Nakş-ı Cihan Meydanı’nda (şimdiki ismi İmam Humeynî Meydanı) 1397’de inşâ edilmiş olan İsfahan Mescîdi’nde kılınıyordu. Safevî Şâhı I. Abbas (1571 – 1629)’ın 1612 yılında Şâh Mescîdi’ni (şimdiki ismi İmam Mescîdi) yaptırmasının sebebi, Cuma namazlarının kılınacağı daha büyük ve daha görkemli bir camiye duyulan hevesti. Yani yapılmasının tek sebebi, ihtişam idi. Ki bu cami, Safevî mimarîsinin başyapıtlarından biri olarak kabul edilir. Fakat yapıldıktan sonra, içinde dînî tedrisatın verildiği iki okul da açılır. Caminin içindeki bu okullarda İslamî dersler veren hocalardan biri de, 19. yy’da yaşayan ve sonradan İslam dîninden çıkıp “Bahaîlik” adında yeni bir dîn kuran, “Bahaullah” lakaplı dilbilimci ve ilim adamı Mirza Hüseyn Ali’dir. (9472)

     Bahaîlik dîninin kurucusu olup yaşadığı 19. yy’da dünyanın en büyük dilbilimcilerinden biri olan İranlı ve Mazenderî kavminden Bahaullah, 1854 – 56 yılları arasında ömrünün iki yılını Kürdistan’da geçirmiş, Kürdistan’da yaşadığı zaman zarfında bir dilbilimci olarak Kürtçe’nin zenginliğine ve gramerine hayran kalıp yıllarca Kürt dili ve grameri üzerinde araştırma yapmış, Kürtçe üzerine yaptığı araştırma neticesinde bu dilin zengin ve doğa bilimlerine uygun gramerinin “beşer ürünü” olmasının mümkün olmadığını, Kürtçe’nin Allah’ın Cennet’te Âdem ile Havva’ya öğrettiği dil olduğunu, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın Kürtçe konuştuklarını ve yeryüzündeki ilk dil olduğunu, şu anda dünyada konuşulan tüm dillerin Kürtçe’den doğmuş olduklarını iddiâ etmiştir. (9473) Ki hatırlatalım: İtikadî çizgisini bir yana bırakırsak, kendisi 19. yüzyılın en büyük dilbilimcilerindendir ve Kürt değildir. İranlı bir Mazenderî’dir.

     Aynı şeyi söylemiş başka dînî öncüler de vardır. İran’daki Ehl-i Hak (Rêya Heq) inancının en önemli dînî öncülerinden ve evliyâlarından biri olan Hacı Nimetullah Mücrim Mukrî (1871 – 1920), kaleme aldığı ve bir başyapıt durumundaki meşhur “Haqq’el- Haqayîq ya Şâhname-yi Haqiqat” adlı eserinde, aynı şekilde Kürtçe’nin Allah’ın Âdem ile Havva’ya öğrettiği dil olduğunu, ilk yaratılan insanların Kürtçe konuştuklarını ve yeryüzündeki ilk dil olduğunu bizlere bildirmiştir. Hacı Nimetullah Mücrim Mukrî’ye göre, Allah’ın peygamberlere söylediği ama insanlara söylememelerini tembih ettiği 7 sır vardır ve o sırlardan biri de işte budur, Allah’ın insanlara öğrettiği bir dil olan Kürtçe’nin dünyada konuşulan ilk dil olduğu gerçeğidir. Bu sırrı bütün peygamberler biliyordu, ama insanlardan gizlemeleri tembihlenmişti. Bu sırrı Hz. Musa (as) da biliyordu, Hz. İsa (as) da biliyordu, Hz. Muhammed (sav) de biliyordu. Her üç büyük peygambere de kendi kavimlerinden sonra ilk imân eden kavmin Kürtler olması bu yüzdendir. Onlar da zaten böyle olacağını önceden biliyorlardı. (9474)

     İslam inancına göre; bizim bedenlerimiz yaratılmadan çok önce rûhlarımız yaratılmıştı. Allah tüm insanların rûhlarını topladı ve bizimle bir sözleşme yaptı. O’ndan başkasına ibadet ve itaat etmeyeceğimize, O’nun yolundan sapmayacağımıza dair Rabbimiz’e söz verdik. Rûhlarımız Allah’a bu sözü verdikten sonra Allah bedenlerimizi yarattı ve ondan sonra imtihan hayatı başladı. Bu olaya “Qalu Bela” (قَلُوا بَلى) denir. Elinizdeki bu kitabın bir önceki bölümünde açıkladığımız üzere; “Qalu Bela” (قَلُوا بَلى) nitelemesi, “Evet Dediler” anlamına geliyor. Buradaki “qalu” Arapça, “bela” (belê) ise Kürtçe’dir. “Qalu” Arapça’da “dediler” mânâsına gelir, “bela” (belê) ise Kürtçe’de “evet” demek. Henüz bedenlerimiz yaratılmadan önce yaratılan rûhlarımızın toplandığı “Bezm-i Elest”te, Allah’ın bize sorduğu “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna Kürtçe olarak “Belê” (Evet) cevabını verdiğimiz için, bu olaya İslamî literatürde “Qalu Bela” denir. (9475)

     Bu olaya İslamî literatürde “Qalu Bela” (Evet Dediler) denmesi de gösteriyor ki, demek ki henüz bedenlerimiz yaratılmadan önce Allah rûhlarımızla konuşurken, rûhlarımızla Kürtçe konuşmuş. Allah’ın sorduğu “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna rûhlarımız Kürtçe olarak “Belê” (Evet) cevabını vermiş.

     Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.

     Kürtler, kitabın “Giriş” bölümünde de belirttiğimiz gibi, yeryüzünde yaşamış ve yaşayan herhangi bir ulus değil, bu gezegen üzerindeki yaşamın “kurucu unsuru” olan ulustur. Tarihin herhangi bir evresinde ortaya çıkmış bir millet değil, tarihi başlatan millettir. Kürtler özel bir halktır, özel yaratılmış bir halktır. Müslüman – Hristiyan, Doğulu – Batılı pekçok âlim ve bilim insanı, Kürtler’in dünyanın en eski bir ırkı olduğunu kabul etmiş ve söylemişlerdir. Onlardan bazılarını aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (9476)

     Iraklı dünyaca meşhur ve “Araplar’ın Heredot’u” olarak tanınan (9477) Arap tarihçi, coğrafyacı ve seyyah El- Mesudî ya da tam adıyla Ebû Hasan ibn-i Ali Hûseyn ibn-i Ali el- Mesudî el- Huzelî (896 – 956), Kürtler’in normal bir insan türü olmadığını söyleyerek (elhak yüzde yüz doğrudur, kendi çevremdeki akrabalarımdan ve arkadaşlarımdan biliyorum), Kürt ırkının “rûhların soyundan geldiğini” iddiâ etmiştir. (9578) Benzer görüşü büyük Kürt tarihçisi ve devlet adamı Şerefxan Bitlisî (1543 – 1603) de dile getirmiştir.

     Kutsal kitaplardaki “Aden Cenneti”nin var olduğuna inanan bilim insanları ve araştırmacılar, Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın yaratıldğı ve insan hayatının başladığı bu Cennet’in yerini tarif etmeye çalışırlarken, galiba “başları ağrımasın” diye, tek kelimeyle yapabilecekleri tarifi birçok kelime kullanarak yapmışlar, lafı eveleyip geveleyip, “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”“Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden (= Bağdat) yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”“İran’ın güneybatısı”“İran’ın güneybatısından batıya doğru”“İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” gibi ifadelerle tarif etmişlerdir. (9480)

     Bilim insanları çok ürkek ve utangaç insanlar oldukları için (aldıkları aile terbiyesinden olsa gerek) söylemeye çekinmişler ama çizdikleri koordinatlar tam olarak Kürdistan coğrafyasıdır.

     Kitabın “Giriş” kısmında bahsettiğim, Kürtler’e karşı inkârcı ve yok sayıcı, Kürdistan’a karşı sansürcü ve üstünü örtücü “tarih yazımı” işte tam olarak bu, kardeşlerim! Oysaki verdikleri koordinatlar örneğin Hindistan’ı gösterseydi, hiç lafı eveleyip gevelemeden “Hindistan” derlerdi, Habeşistan’ı gösterseydi hiç lafı eveleyip gevelemeden “Habeşistan” derlerdi. Ama verdikleri koordinatlar Kürdistan’ı gösterince diyemiyorlar, lafı eveleyip geveliyorlar.

     Bu nasıl bir tariftir, Allah ve Yehova hatta Enki aşkına? Bilimselliğe, bilim ahlâkına, bilim namusuna sığar mı şu şekil coğrafî tanımlamalar: “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”“Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”“İran’ın güneybatısı”“İran’ın güneybatısından batıya doğru”“İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” …

      Halbuki ismini söyleyemeyip “İran’ın güneybatısı” diye tarif ettikleri yerin bugün İran devletindeki resmî ismi bile “Ostanê Kurdistan” (ﺍﺴﺘﺎﻥ ﻜﺭﺪﺴﺘﺎﻥ) yani “Kürdistan İli”dir. Yine “İran’ın güneybatısından batıya doğru” diye tarif ettikleri yerin de bugün Irak devletindeki resmî ismi bile “İqliym Kurdistan” (إقليم كردستان) yani “Kürdistan Bölgesi”dir ve orayı uluslararası tanınırlığı olan resmî Kürdistan Hükûmeti yönetiyor. “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”“Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”“İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” şeklindeki tanımlamalar da resmen 5 parça Kürdistan’ın tamamıdır.

     Peki bu dürüstlük müdür? Bilim namusu diye birşey yok mu, olmamalı mı?

     Ben Almanya’da yaşıyorum. Burada, oturduğum kasabada veya çalıştığım işyerinde bir Alman hangi ülkeden geldiğimi öğrenmek için bana “Woher kommst du?” diye sorduğunda, ona tek kelimeyle “Türkei” (Türkiye) diyorum. Lafı eveleyip geveliyor muyum?

     Örneğin bana hangi ülkeden geldiğimi soran Almanlar’a şöyle cevap veriyor muyum: “Ege’nin doğusundan başlayarak İran sınırına kadar olan topraklardan geliyorum”“Karadeniz’in güneyinden başlayarak Akdeniz’e kadar olan yerlerden geliyorum”“Kafkasya’nın güneyinden Yukarı Mezopotamya’nın gövdesine kadar olan coğrafyadan geliyorum”… Bu ne yaaa? Alt tarafı “Türkiye” diyeceksin, hepsi bu!

     Komik, değil mi? İşte onlar da böyle komiklik yapıyorlar.

     Fakat bazıları azıcık daha cesur davranmışlar. Örneğin Britanyalı antik tarih araştırmacısı Andrew Collins (1957 – halen hayatta), Tevrat’ta sözü edilen Aden Cenneti’nin “Gözleyenler” adı verilen Yukarı Mezopotamya’da ileri bir medeniyet kurmuş olan bir topluluğun ülkesi olduğunu söyler. (9481) Yukarı Mezopotamya’nın neresi olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Elbette Kürdistan.

     Ünlü Fransız sanat tarihçisi ve fotoğrafçısı François-Xavier Lovat (1963 – halen hayatta), Kürdistan’ı gezerek ve coğrafyamızın harika doğasının binlerce fotoğrafını çekerek bir “Kürdistan Seyahatnamesi” hazırlamış ve hazırladığı bu çalışmayı Avrupa’da harika fotoğraflarıyla beraber 2006 yılında yayınlamıştır. Lovat’ın yayınlanan kitabının adı ne midir, söyleyelim: “Kurdistan: Land of God” yani “Kürdistan: Tanrı’nın Ülkesi”. (9482)

     Kitabın ismi çok güzel çünkü Kürdistan’ın “Tanrı’nın Ülkesi” olduğunu bizzat Tanrı söylüyor. Kutsal kitaplar söylüyor.

     Birçok araştırmacıya göre, şayet Tevrat ve Kur’ân’da anlatılan “Aden Bahçesi” gerçek ise – ki biz gerçek olduğuna inanıyoruz – bu, Kürdistan’ın kalbi durumundaki Diyarbakır (Diyarbekir) ilindeki Hevsel Bahçeleri’nden başka bir yer olamaz. Hevsel Bahçeleri, Dicle Nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi ile nehir vadisi arasında yer alan yaklaşık 700 hektarlık verimli bir arazi. Kutsal kitaplardaki Cennet Bahçesi, tam olarak bu Hevsel Bahçeleri’dir. (9483) Zirâ Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri hem coğrafî konum olarak hem de bahçenin özellikleri bakımından kutsal kitaplardaki Cennet bahçesi Aden’e en uygun yerdir ve birebir örtüşmektedir. Âdem’le Havva’nın yaratıldıkları Cennet’te yaşananlar (değişik türdeki ağaç ve meyveler, yılan hadisesi, yasak meyvenin yenmesi vs.), bunlar eğer gerçekten yaşanmışsa, olsa olsa burada yaşanmıştır.

     Yazılı kaynaklarda kendisinden ilk olarak M. Ö. 9. yy’a ait Aramice kaynaklarda bahsedilen Hevsel Bahçeleri’nin 7000 – 8000 yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. (9484) Bu da, Tevrat’taki kronolojik takvimde gösterilen (9485) Âdem ve Havva ile tam yaşıt olduğunu gösteriyor.

     Kaynaklarda o kadar ilginç şeyler var ki, insan araştırdıkça, okudukça gerçekten hayretler içinde kalıyor. Örneğin Ermeni tarihçiler ve araştırmacılar, Diyarbakır’ın eski tarihsel adı olan ve halen Kürtler tarafından kullanılan “Amed” isminin aslında “Adem” olduğunu, çünkü ilk insan Hz. Âdem’in burada hayata başladığını, fakat zamanla “Adem” ismindeki “d” ve “m” harflerinin yer değiştirerek “Amed” şekline dönüştüğünü söylüyorlar. Bunların söylediğine göre, Diyarbakır’ın Bağlar semtinde o zamanlar “Âdem’in bağları” varmış. (9486)

     Dicle Nehri’ni tarih boyunca kutsal kabul etmiş olan Diyarbakır halkı da Dicle’nin “Allah’a giden yol” olduğuna inanmış, On Gözlü Köprü’den Dicle’ye “Yaradan’a ulaşmak üzere” dilekçeler göndermiştir. (9487) Herhangi bir kaynakta rastladığım bir bilgi değil ama, kişisel olarak benim zihnimde yer edinen bir şüphe: “Yaradan’a ulaşmak için” yapılan köprü neden “10 gözlü”? Yoksa kutsal kitap Tevrat’taki “On Emir” (9488) ya da İbranice özgün adıyla “Aseret ha Dibrot” (עשרת הדיברות) mu? Çünkü Yaradan(ın yolun)’a ulaşabilmek için, “On Emir”e uymak gerekiyor.

     Mardin (Mêrdîn)’de bulunan Deyr’uz- Zaferan Manastırı ya da Süryanîce özgün adıyla Dairo d-Mor Xannanyo (ܕܝܪܐ ܕܡܪܝ ܚܢܢܝܐ) da kutsal kitaplarda anlatılan Aden Cenneti’nin Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri olduğuna inanıyor. Süryanîlik’teki kilise kayıtları, Süryanî dilinde “Fardayso” (= Firdevs) olarak bilinen Aden Cenneti’ni burada gösteriyorlar. (9489)

     Aden ismi eskiden Diyarbakır için kullanılırdı. Eski Diyarbakır terminolojisinde Hevsel Bahçeleri’ne Aden Bahçesi denirdi. O bölgeye de “Deniz Kenarındaki Bahçeler” anlamında “Adan Bahçeleri” denilirdi. “Hevsel” sonradan takılan bir isim olup “atık suların akıtıldığı yer” (bizim “haram su” diye tabir ettiğimiz) anlamına gelmektedir. (9490)

     Daha önce de bahsettiğimiz üzere, Kur’ân’daki ve Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin kökeni olan Sümer Dili’ndeki “Edin”, Sümer metinlerinde Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adı olarak geçmektedir. Bir Sümer efsanesinde ise ilk insanların bu arazi üzerinde yaşadıkları belirtilmektedir. (9491) Sümer mitolojisinde Dilmun, aslanların öldürmediği, kurtların kuzuları kapmadığı, kuzgunların seslerini çıkarmadığı, oğlakların yabanî köpekler tarafından kapılmadığı emin bir yer olarak betimlenmektedir. Orası ağrıların, sıkıntı ve ıstırapların olmadığı, ihtiyarların ihtiyarlıktan yakınmadıkları, rahiplerin ağlamadıkları ve şarkıcıların ağıt yakmadıkları bir mutluluk diyarı olarak anlatılmaktadır. Ayrıca, ırmak kenarında Tanrılar’ın dolaştığı, cinselliğin olduğu bir yer olarak tasvir edilmektedir. (9492)

     Aden kavramıyla çok ortak yönü olan mitsel Dilmun’un köklerinin Dilaman’la ilgili olduğu söylenir. Zerdüştîlik’in kutsal metinlerinden biri olan “Bundahisn”, Dilaman’ın Dicle’nin doğduğu kaynağın yakınlarında bir yerde olduğunu söyler. Dicle’nin doğduğu kaynak nerede? Elazığ (Mezire) ilimizin güneyinde, Hazar Gölü’nün güney sınırında başlayan mıntıka. Tam olarak Diyarbekir olan bu bölge Aden toprağı ile eşanlamlıdır. (9493)

     Dicle ve Fırat nehirleri eski Mezopotamya uygarlıklarında büyük öneme sahipti ve “kutsal nehirler” olarak görülürdü. (9494) Örneğin Akkad Uygarlığı’nda Fırat bir Cennet ırmağıdır. (9495) Sümer (Kenger) Uygarlığı’nda da Dicle ve Fırat kutsaldı. Sümer Baştanrısı Enki, Dicle ve Fırat’ı ışıldayan sularla besler ve sonra ırmakları balıklarla doldururdu. (9496) Dicle Nehri’nin adı Sümerce’de “Tiggal” idi ve “Ulu Nehir” anlamına geliyordu. (9497) Batılılar hâlâ “Tigris” derler. “Sümer Tabletleri”nde Tanrı Enki’nin “Dicle’yi saçılan sularla doldurdu / Dicle’ye neşe getirdi / Dikildi Fırat’ın kıyısına / Ağaç beslendi Fırat’ın sularıyla” sözleri yer alır. (9498)

     Yunanlı bilge Plínios ya da tam adıyla Gáios Plínios Sekúndos o Presvúteros (23 – 79), Dicle’nin doğu kolu olan Birkleyn geçidine “Ölülerin yeraltı dünyasına girdiği yer” adını vermişti. Birkleyn suyunun kaybolduğu bu tünel, “dünyanın bittiği yer” kabul edilirdi. Bu kaynağın tavaf ettiği üç mağarada ölümsüz olmayı isteyen Asur krallarına ait kabartmalar ve çivi yazılı kitabeler bulunmuştur. Asur kralları I. Tukulti-apil-Eşarra (? – M. Ö. 1076) ve III. Şulmanu-Aşarêd (M. Ö. 890 – M. Ö. 824), geçide kabartmalar bırakarak ölümsüz olmayı denediler. (9499)

     Romanyalı ünlü dînler tarihçisi, filozof ve yazar Mircea Eliade (1907 – 86), dört dala ayrılan nehirleriyle Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin bir Mezopotamya imgelemesi olduğunu, insanın ilk yaratılışında “dünyanın merkezi”ne konumlandırıldığını, burada “Aden”den dünyanın merkezini anlamak gerektiğini ve oranın da yerleşik hayatın ve uygarlığın başladığı Mezopotamya toprakları olduğunu söylemektedir. (9500) Kur’ân-ı Kerîm’i Fransızca’ya çevirmiş olan Fransız İslamolog Denise Masson (1901 – 94) da aynı şeyleri söylemiştir. (9501)

     Bütün tarihçiler, araştırmacılar, dînbilimciler ve dîn âlimleri, Âdem’le Havva’nın yaratıldığı Cennet’in Mezopotamya’da olduğunu zaten öteden beri düşünmekteydiler. Esasında “toplumsal hafızâ” dediğimiz şey de – ki hiçbir zaman insanı yanıltmayan bir navigasyondur – Mezopotamya’yı işaret etmektedir.

     1994 yılında Göbeklitepe (Xrabe Reşk) ilk keşfedildiğinde, Batı medyası bunun haberini “Âdem’le Havva’nın Cennet’i Bulundu” başlığıyla duyurmuştu. Almanya’nın ciddî bir dergisi olan “Der Spiegel” (Ayna) dergisinde Göbeklitepe ile ilgili “Wegweiser ins Paradies” (Cennet Yol Tabelaları) adlı belgesel araştırma yazısı kaleme alınmıştı. (9502) Göbeklitepe (Xrabe Reşk) ile ilgili olarak Almanya’nın en ciddi gazetelerinden biri olan “Frankfurter Rundschau”da 25 Kasım 2011’de yayınlanan arkeolojik araştırma yazısı, “Lag Hier das Paradies?” (Cennet Burada mı Yer Alıyor?) başlığını taşıyordu. Yazının altbaşlığı ise “Eine Reise zum Ursprung der Zivilisation” (Medeniyetin Kökenine Bir Yolculuk) şeklindeydi. (9503)

     Kürdistan – Harran çıkışlı bir dîn olup İslam, Hristiyanlık ve Musevîlik’in üçünden de daha eski olan (9504), hem İncil’de hem Kur’ân’da bahsedilen (9505) Sabiîlik (Mandaeizm) dîninde de Dicle ile Fırat “yardna” (hayat suyu) olarak nitelenmiş ve kutsal sayılmışlardır. Yardna, “nûr âlemi”nden kaynaklanarak yeryüzüne akar. Bu nehirler, ilahî âlemle yeryüzü arasında bir köprü vazifesi görür. (9506)

     Sabiîlik’teki bu inanç, birebir İslam itikadında da mevcuttur. Dicle ve Fırat ile ilgili İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav), bunların Cennet’ten yeryüzüne indirilmiş nehirler olduğunu bildirmektedir. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed, şöyle buyurmuştur:

     “İbn-i Abbas’tan rivayet olunmuştur ki, Peygamberimiz (sav) meâlen şöyle buyurdular: Allah (cc) yeryüzüne beş nehir indirmiştir. Bunlar; Seyhan, Ceyhan, Dicle, Fırat, Nil’dir. Allah (cc) bu nehirleri Cennet kaynaklarından en alt kaynaktan Cebrail (as) vasıtasıyla yeryüzüne indirmiştir.” (9507)

     Aynı şekilde Hz. Ali (as) de Dicle ve Fırat nehirlerini övmüş ve tatlı sularının vücûda faydalı olduğunu bildirmiştir. (9508)

     Dünyaca ünlü Fars filozof ve müfessir Fahreddîn Razî ya da tam adıyla Fahreddîn Muhammed bin Ömer bin Hûseyn bin Hesen bin Ali et- Temimî el- Bekrî er- Razî et- Taberistanî (1149 – 1210), Allah’ın Dicle ile Fırat’ı Cennet’ten indirdiğini ve Yecuc ile Mecuc ortaya çıktığında bu iki akarsuyu tekrardan göğe kaldıracağını söylemiştir. (9509)

     Endülüslü ünlü Berberî muhaddis, müfessir, fakih, dilbilimci ve kıraat âlimi Kurtubî ya da tam adıyla Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Ebibekr bin Farac el- Ensarî el- Hazrecî el- Endelusî el- Kurtubî (1214 – 73), Kur’an-ı Kerîm’de geçen “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter” (9510) âyetini tefsîr ederken, Allah-û Teâlâ’nın bu âyette SeyhanCeyhanDicleFırat ve Nil nehirlerini kastettiğini söylemiştir. (9511) Aynı Kurtubî, aynı eserinde, hadis ravîlerinden Ka’ab (ra)’ın şu sözünü de aktarır: “Dicle Nehri, Cennet ehlinin suyudur. Fırat, Cennet ehlinin sütüdür. Nil Nehri onların içkisi ve Seyhan da onların balıdır. Bu dört nehir, Cennet’teki Kevser pınarından çıkmaktadır.” (9512)

     Kur’an-ı Kerîm’de geçen ve az önce zikrettiğimiz “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter” (9513) âyetini tefsîr eden yine Endülüslü Berberî müfessir Ebû Hayyan Muhammed bin Yusuf bin Ali bin Yusuf bin Hayyan el- Endelusî (1256 – 1344), yaptığı tefsirde aynı şeyleri zikretmekte, Allah’ın Dicle ve Fırat’ı Cennet’ten indirdiğini söylemektedir. (9514)

     Geçtiğimiz yüzyılda İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan İranlı sosyolog Ali Şeriatî (1933 – 77), bu konuyu işlerken değil ama, başka bir konuyu anlatırken Dicle ve Fırat hakkında ilginç bir metafor geliştirir. O’na göre Dicle ile Fırat, aslında Tevhîd ile Şirk’tir. Dicle – Fırat’ın akıntısı, insanlık tarihi boyunca süregelen ve süregidecek olan Tevhîd – Şirk mücadelesinin, Hak – Bâtıl mücadelesinin anlatımıdır. Şöyle ki: Bu iki nehir, tıpkı iki ayrı cephe olan Hak ve Bâtıl gibi, iki ayrı kaynaktan doğarlar ve birbirlerine paralel olarak akmaya başlarlar. Kâh yakınlaşır kâh uzaklaşırlar ama asla birbirine karışmazlar. Bağdat civarında birbirlerine en yakın duruma gelirler ve Aşağı Mezoptamya’da (bugünkü Irak’ın güneyi) çok yakındırlar, nefes nefese akarlar. Zirâ burası, Hak ve Bâtıl’ın birbirine en yakın olduğu ve göğüs göğüse çarpıştığı bölgedir (başta Kerbelâ Faciâsı olmak üzere diğer tarihsel hadiseleri hatırlayın, hatta halen dahi siyasî durum böyledir). Yolculuğun sonunda iki nehir birleşerek tek ırmak olup hesap vermeye giderler. (9515)

     Ali Şeriatî’nin bu ilginç ama çarpıcı metaforuna göre, Mezopotamya Allah’ın kitabıdır. Dicle ve Fırat ise Allah’ın bu kitaba yazdığı yazı, yani âyetlerdir. Dicle ile Fırat’ın akıntı şekilleri ve mavi yolculukları, bize tarih boyu Tevhîd – Şirk mücadelesinin nasıl seyrettiğini anlatmaktadır.

     Sohbetimizin başındaki soruya geri dönelim: İnsanların konuştuğu ilk dil hangisidir?

     Dünyada konuşulan ilk dil olan, şu anda yeryüzünde konuşulan tüm dilerin de ondan türediği bu dil hangi dildir?

     Baştan da söylediğimiz üzere, bunu kesin olarak bilebilmek, yüzde yüz bir doğrulukla tespit edebilmek mümkün değildir. Şu anki insanlar olarak bunu bir gerçek olarak bilmemizin hiçbir şekilde imkânı yoktur.

     Fakat yine de, bu çok hatta imkânsız bilmecenin zekice ve pratik bir yolu vardır. Evet yanlış okumadınız, bunun pratik bir yolu vardır. Ve lakin, dînlere ve kutsal kitaplara inanıyorsak eğer.

     Bir insan dînlerin ve kutsal kitapların anlattığı tarihe inanmıyorsa, o başka. Fakat dînlerin ve kutsal kitapların, Tevrat, İncil ve Kur’ân’ın anlattığı tarihe inanan insanlar için, isteseler de istemeseler de, mecburen varmak zorunda kalacakları bir sonuç var. O sonuçtan kaçamazlar!

     Şayet kutsal kitapların anlattığı insanlık tarihini doğru kabul edersek, aklın ve coğrafyanın bizi mecburen götürdüğü bir sonuç vardır. Ne yaparsak yapalım, o sonuca varmaktan başka şansımız kalmıyor.

     İlk insan çifti olan Âdem ile Havva’nın konuştuğu dili öğrenmenin pratik yolu, Nûh Peygamber ve beraberindekilerin hangi dili konuştuklarını tespit etmektir. Yani Allah’ın onlara öğrettiği kelimeleri Âdem’le Havva’nın ağzından alabilmemiz için, onların ayağına kadar gitmemize gerek yok. Nûh Tufanı’na kadar gitmemiz yeterlidir.

     Çünkü aynı soydur ve aynı dili konuşmaktadırlar. Kutsal kitap Tevrat, bu soyağacını şöyle verir: Âdem’le Havva’nın en küçük oğlu Hz. Şit (as) (9516) → Şit’in oğlu Enoş (9517) → Enoş’un oğlu Kenan (9518) → Kenan’ın oğlu Maxalalel (9519) → Maxalalel’in oğlu Yeret (9520) → Yeret’in oğlu Enox yani Hz. İdris (as) (9521) → Enox (İdris)’un oğlu Metuşelah (9522) → Metuşelah’ın oğlu Lemek (9523) → Lemek’in oğlu Hz. Nûh (as) (9524).

     Kutsal metinlerin tasvirinden net biçimde anlaşıldığına göre, Hz. Âdem’in yaşadığı coğrafya ile Hz. Nûh’un aynıdır. Ve aynı soy olup, aynı dili konuşmaktadırlar.

     Kutsal kitaplar Tevrat ve Kur’ân’da anlatıldığına göre, yaşadığımız gezegende insanlık tarihinin ikinci defa yeniden başlaması, Nûh Tufanı iledir. Dolayısıyla yeryüzündeki bütün insanlar, Hz. Nûh (as) ve O’nunla beraber gemide kurtulanların soyundan gelmektedirler. (9525)

     Tevrat’ta, Nûh’un gemisinin Ağrı (Ararat) Dağı’na indiği belirtilir. (9526) Kur’ân’da ise Nûh’un gemisinin Cudi Dağı’na indiği belirtilir. (9527) Öyle veya böyle, Kürtler açısından ikisi arasında hiçbir fark yoktur çünkü her iki dağ da Kürdistan’dadır.

     Tevrat ve Kur’ân’da, Allah tarafından yaratıldıktan sonra ilk insanların Kürdistan’da dünya hayatına başladıklarını ve insanlık tarihinin Kürdistan coğrafyasında başladığını açık bir şekilde görmekteyiz.

     Ağrı Dağı’nın Kürtçe ismi “Ararat”, Türkçe ismi “Ağrı”, Farsça ismi “Nûh Dağı” anlamında “Kûh-i Nûh” (کوه نوح), Ermenice ismi “Masis” (Մասիս) olup, kutsal kitap Tevrat’ta Kürtçe ismi olan “Ararat” ismiyle zikredilmiştir. (9528)

     Kur’ân-ı Kerîm’de Nûh Tufanı anlatılırken, Nûh’un gemisinin Cudi Dağı’na oturduğu belirtilmektedir:

وَقٖيلَ يَٓا اَرْضُ ابْلَعٖي مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِعٖي وَغٖيضَ الْمَٓاءُ وَقُضِيَ الْاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقٖيلَ بُعْداً لِلْقَوْمِ الظَّالِمٖينَ

(Nihayet) ‘Ey yer suyunu tut ve ey gök tut’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi ve (gemi de) Cudi’ye oturdu. Ve ‘o zalimler topluluğunun canı cehenneme!’ denildi.” (9529)

     Asıl hayret verici olan husus ise, bu dağın adıdır. Zira “Cudi” adı bile, öyle açık ve net bir şekilde Nûh Tufanı’nı hatırlatmaktadır ki, gerçekten heyecan vericidir: “Cudi” adı, Kürtçe bir ad olup, “cu” (yer, sığınılacak yer) ve “di” (gördü, buldu) sözcüklerinden oluşmuştur ve “kendine sığınacak bir yer buldu” demektir. Evet, “Cudi” kelimesi Kürtçe’de bu anlama geliyor ve bu isim bile, Nûh’un gemisinin, onca tufandan, su ve dalgalardan sonra bu dağın üstüne oturup batmaktan kurtulmasını anlatıyor. Cudi Dağı’nın adı bile tek başına Nûh Tufanı’nı ve Nûh’un gemisini anlatıyor. (9530)

     Cudi Dağı, Şırnak (Şehr-i Nûh) ilimizdedir. Şırnak’ın gerçek (eski) adı “Şehr-i Nûh” olup, “Nûh’un Şehri” demektir. Bugün kullandığımız “Şırnak” ismi, bu “Şehr-i Nûh” isminin evrilmiş şeklidir. Şehir, binyıllar boyunca “Şehr-i Nûh” adıyla yaşadıktan sonra “Şırnak” adını almıştır. “Şehr-i Nûh” (Şırnak), ismini Hz. Nûh Peygamber’den alır. Tevrat’ta, dünyadaki hayatın Dicle ve Fırat nehirleri arasında başladığının yazılmasını da dikkate alırsak, yeryüzünde hayatın iki defa yeniden başladığını (Hz. Âdem ve Hz. Nûh) ve ikisinin de Kürdistan topraklarında gerçekleştiğini kabullenmek durumunda kalırız. Hz. Nûh, dünyayı yeniden kurduğu için “2. Âdem” olarak anılır. Zaten “Nûh”, Kürtçe’de “Yeni” demektir. Şehr-i Nûh, yani şimdiki adıyla Şırnak, yeryüzünde kurulan ilk şehirdir, ilk yerleşim birimidir. Bizzat Hz. Nûh ve ashabı tarafından tufandan sonra kurulmuştur. (9531)

     Kur’ân-ı Azimuşşan’da, Hz. Nûh’la birlikte tufandan sağ kurtulanların kaç kişi oldukları belirtilmeksizin, sadece onların “pek az olduğu” (9532) belirtilirken, Hz. Muhammed’in amcasıoğlu Abdullah ibn-i Abbas (619 – 87)’tan gelen rivayete göre, gemiden 80 kişi inmiştir (9533) ve bunlar tufandan sonra Cudi Dağı eteklerinde “Heyştêyan” (Semanin, Seksenler) adında bir köy kurmuşlardır (9534). Şu ibret verici hadiseye bakın ki, “Heyştêyan” (Karyat Semanin) adlı bu köy halen durur ve Şırnak (Şehr-i Nûh)’ın bir köyüdür. (9535)

     Tüm kutsal kitaplar ve dînî metinler, ayrıca tüm tarihî kaynaklar, Nûh Tufanı’nın Kürdistan vatanında gerçekleştiği konusunda hemfikirdirler. İnsanlık tarihi, Kürdistan’da başlamıştır.

     Kütahyalı bir Türk olan ünlü seyyah Evliya Çelebi (1611 – 82), dünyaca meşhur ve bir başyapıt durumundaki “Seyahatname” adlı eserinde, Nûh Tufanı’ndan sonra kurulan ilk 3 şehrin Şırnak (Şehr-i Nûh)Cizre (Cezira Botan) ve Silvan (Miya Farqîn) olduğunu belirterek, insanlık tarihinin Kürdistan’da başladığını kaydetmektedir. (9536)

     Peki, Hz. Nûh ve kavmi, hangi dili konuşuyorlardı? Tüm insanlık ailesinin ataları ve anaları olan bu 80 kişi, hangi kavimdendiler?

     Ermenî tarihçi Miğdisî (? – ?), Kürtçe’nin tarihini Hz. Nûh (as) ile başlatmaktadır. Miğdisî, “Lisân-ı Kürd, Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim’den kalmışır” diyerek, Kürt adının ve dilinin Hz. Nûh’tan beri var olduğunu belirtmiştir. (9537)

     Kürtler’in tarihinin Hz. Nûh ve Tufan’a kadar gittiğini ve Kürtçe’nin Hz. Nûh ve kavminin konuştuğu dünyanın en eski dili olduğunu iddiâ eden isimlerden biri de, Türk olan dünyaca ünlü seyyah Evliya Çelebi’dir. Bastığı toprakları güzelleştiren, gezdiği coğrafyalara bereket gelmesine vesile olan, baktığı gölleri güzelleştiren, konuştuğu nehirlerin dilini çözen, gittiği şehirlerdeki camilerin duvarlarına şiirler yazan güzel insan Evliya Çelebi, ölümsüz eseri “Seyahatname”de, Hz. Nûh ve kavminin konuştuğu dilin Kürtçe olduğunu şöyle ifade eder (olduğu gibi paylaşıyorum): “Tûfân-ı Nûh, imar olan şehr-i Cûdi’dir, andan kal’a –i Sincâr’dır, andan bu kal’a-i Mefârikin’dir amma şehr-i Cûdi sâhibi Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim altı yüz sene mu’ammer olup Kürdistân diyârların geşt ü güzâr ederek bu Mefârîkin’e gelüp âb u havâsından hazz edüp bu zemînde sâkin olup evlâd u ensâbı gâyet çok olup lisân-ı İbrî’den indiyyât bir gayrı lisân-ı turrehât peydâ etdi kim ne İbrî’dir ne Arabî ve ne Pârisî ve ne lisân-ı Derî’dir ve lisân-ı Pehlevî’dir, ana hâlâ lisân-ı Kürdim derler. Bu diyar-ı Mefârikîn’de peydâ olup hala diyâr-ı Kürdistân’da isti’mâl olunan lisân-ı Kürd Hazret-i Nûh ümmetinden Melik Kürdim’den kalmışdır, ammâ vilâyet-i Kürdistân dağistân u sengistân bilâd-ı bîpâyân olmağile on iki gûne lisan-ı Ekrâd vardır kim birbirlerine elfâzları ve lehçe-i mahsûsaları mûğayirdir kim niçesi birbirlerinin kelimâtların tercümân ile anlarlar.” (9538)

     Kürtler’in tarihinin Hz. Nûh ve Tufan’la başladığını iddiâ eden isimlerden biri de, 20. yy’da İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan Pakistanlı ünlü İslam âlimi Mewlânâ Ebû’l- Âlâ el- Mevdudî (1903 – 79)’dir. Üstâd Mevdudî, hem başyapıtı olan 7 ciltlik “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserinde, hem de diğer kitaplarında, Nûh Tufanı’nın Kürdistan’da gerçekleştiğini belirterek Kürtler’in tarihini buradan başlatır. (9539)

     Bizim gibi acemi ve çaylak olmayıp çok usta ve profesyonel araştırmacılar olan bazı zâtlar (sözüm meclisten dışarı ama televizyondan içeri), muhtemeldir ki, Üstâd Mevdudî’nin “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserini çıkarıp, “Hûd sûresi” tefsirinde “Kürdistan” diye bir şeyin geçmediğini söyleyerek bizi yalan söylemekle itham edeceklerdir. Öyle ya, kaynağı aşağıda dipnot olarak vermişim ve herkesin evinde bulunan bir eser. Zor değil yani açıp bakmak. Eğer yoksa, Sediyani kendi kafasından uyduruyor demektir. Fakat bu tür şeylere gerek yok bence. Çünkü Pakistanlı büyük âlim Mevdudî’nin başyapıtı olan “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserinin Urduca orijinalinde ve ayrıca Arap dünyasında Arapça’ya tercüme edilen nüshalarında geçen “Kürdistan” ibaresi Türkiye’deki Türkçe tercümelerinde çıkarılmış, sansürlenmiştir. Eserin orijinalinde geçen “Kürdistan” ibaresi silinerek yerine “Doğu Anadolu’da (eskiden) Cezire-i İbni Ömer olarak anılan bölgenin Kuzey-doğusunda” ibaresi yazılmıştır. Bir tek “Kürdistan” kelimesine karşılık tam 10 kelime!..

     Kıymetli Kürt araştırmacı ve yazarlar Hüseyin Sarıgül (1964 – halen hayatta) ve Kutbeddin Nurlubaş (1965 – halen hayatta), Üstâd Mevdudî’nin Urduca orijinalinde Nûh Tufanı’nın “Kürdistan’da” gerçekleştiğini açıkça belirten sayfasının fotoğrafı ile eserin Türkçe çevirisinde o kelimenin sansürlenip yerine başka ibarelerin yazıldığı aynı sayfanın fotoğrafını kendi sosyal medya hesaplarından paylaşarak, Türkiye’deki İslamcılar’ın ve Ümmetçiler’in “Kürdistan” ismini nasıl sansürlediklerini açık bir şekilde ortaya çıkarmışlardır. Aynı eserin aynı sayfasının Urduca orijinali ve Türkçe tercümesine bizzat kendiniz bakmanız, bahsettiğim sansürü bizzat kendi gözlerinizle görmeniz için hem Sarıgül’ün hem Nurlubaş’ın o paylaşımlarının linklerini aşağıda dipnot olarak sunuyorum. Lütfen, herkesten bakmasını rica ediyorum. (9540)

     Sevgili Hüseyin Sarıgül, ilgili paylaşımı yaparken, şu veciz ifadeleri kullanarak kamuoyuna paylaşmıştır:

    “Yalan, tahrifat, sahtecilik…

     Evet, kuşkusuz bütün bunlar yüz kızartıcı davranışlar ama sanırım bunları Kur’ân tefsirini tercüme ederken yapmak çok daha utanç verici olmalı.

     Aşağıda Pakistanlı âlim Mevdudî’nin ‘Tefhîm’ul- Qur’ân’ isimli tefsirinden dört belge göreceksiniz. İkisi Arapça ve Urduca’dan orijinal hali, diğer ikisi ise o belgelerin Türkçe tercümesi.

     Müfessir, ‘Hûd’ sûresinin 44. âyetini tefsir ederken, Nûh’un gemisinin indiği bölgeyi ‘Kürdistan’ olarak belirtmiş ama gelin görün ki, kitabı Türkçe’ye kazandıran ‘İslamî’ yayınevi ve ‘Müslüman’ mütercimler, her nedense orayı ‘Doğu Anadolu’da (eskiden) Cezire-i İbni Ömer olarak anılan bölgenin Kuzey-doğusu’ şeklinde tercüme etmekte hiçbir beis görmemişler!

     Peki, böylesi bir sahtekârlığa insan niçin tevessül etme gereği duyar? Allah’tan çok devletten korktukları için midir, yoksa İslam’dan çok resmî ideolojiye inandıkları için midir?

     Artık ona da varın siz karar verin…” (9541)

     Sevgili Kutbeddin Nurlubaş da bir gün sonra aynı paylaşımı yaparken, şu ifadeleri kullanmaktadır:

     “Mewdudî’nin ‘Tefhîm’ul- Qur’ân’ tefsiri Türkçe’ye tercüme edilir… Konu: Nûh (as)’un gemisinin Cudi’ye konmasıdır…

     Tefsirde Cudi’nin Kürdistan’da olduğu söylenir ve ‘Kürdistan’ yazılı harita da çizilir. Fakat hem Türkçe tercüme edilen metinde ‘Kürdistan’ yazılmaz, hem de Türkçe çizilen haritada ‘Kürdistan’ gösterilmez.

     Ve böylece HAK, yine tefsiri yayınlayan Müslümanlar tarafından menfî milliyetçiliğe kurban edilir!..” (9542)

     Burada bir hususu belirtmeden geçemeyeceğim: Elbette ki zavallı insanların mukaddes Kürdistan ismini ağızlarına almaktan kaçınması, bizi üzmek bir yana mutlu eder. Çünkü “Talmud” (תלמוד)’da belirtildiği gibi, “necis ağızlardan kutsal kelimelerin çıkmaması gerekir.” Fakat Kürdistan’a olan tahammülsüzlükleri ve Kürtler’e olan düşmanlıkları, bir Kur’ân-ı Kerîm tefsirini dahi tahrif edecek kadar zıvanadan çıkmış olan bu gürûh, sizin “muhafazakâr”“gelenekçi, devletçi Müslümanlar” olarak bildikleriniz değil, kendilerini “TevhidÜmmetçi” hatta “inkılabî / devrimci” olarak tanımlayan, “Biz her türlü milliyetçiliğe karşıyız”“Biz bütün sınırlara karşıyız” diyen, ne zaman “Kürt”“Kürdistan” kelimlerini duysa hemen ok gibi fırlayıp “Ya kardeşim ne Türk’ü ne Kürd’ü, etnik kökenin ne önemi var? Önemli olan insanlık, önemli olan Müslüman olmak, önemli olan Ümmet” diyen gürûhtur.

     Allah ıslah etsin, ne diyeyim?…

     Elinizdeki kitabın “Giriş” bölümünde sarfettiğim “Solcu, İslamcı olarak bildiğiniz bu çevreler, Ülkücü, Kemalist, Türk milliyetçisi olarak bildiğiniz çevrelerden çok daha tehlikeli, çok daha sinsi Kürt düşmanıdırlar. Buna inanın, kardeşlerim. Ülkücü, Kemalist veya Türk milliyetçisi, en azından dürüsttür, merttir, ama Solcu ve İslamcı, öyle değildir, aynı Kürt düşmanlığını münafıkça yapıyor, namertçe yapıyor, ‘evrensellik’, ‘önemli olan insanlık’ gibi maskelerin ardına saklanarak yapıyor” ifadelerim yüzünden belki bazı kardeşlerimiz bana kızmış, incinmişlerdir. Fakat eminim onlar da şimdi ne demek istediğimi anlamışlardır ve artık bana hak veriyorlardır.

     Buradan yakalayarak (çünkü tam doğru yerden yakalamış oluyorum), başka ve daha kadim bir hususa dikkatinizi çekeyim, en azından bazı şeyleri sorgulamanıza vesile olurum belki: Hiçbir dînî ve itikadî amacı ve boyutu olmayan basit siyasî ve ırkçı saiklerle bile bir Kur’ân-ı Kerîm tefsîrini dahi bu kadar rahatça tahrif eden, bu kadar pişkince ve hiç utanmadan ifadeleri kendi kafasına göre değiştiren çevreler, dînler ve kutsal kitaplar hakkında her ağızlarını açıp konuştuklarında, Yahudîler’in ve Hristiyanlar’ın Tevrat ve İncil’i tahrif ettiklerini, orijinal Tevrat ve İncil’i kendi kafalalarına göre değiştirdiklerini iddiâ ediyorlar. Ve herkes de bu söylenenlere hemen inanıyor. Ne diyelim? Demek ki insanlar kendi içinde ne pislik varsa, başkalarına da onu fırlatıyormuş, kendisi hangi tıynetteyse, başka dînî toplulukları onunla itham ediyormuş. En azından, sadece bu olaya bakarak, bizzat şahit olduğunuz bu olaya bakarak, sevgili okurlarımızdan ve gönüldaşlarımızdan, içinde bulundukları ve mensubu oldukları dînî dünyalarını biraz olsun sorgulamalarını salık veririm. Kendilerine anlatılan masalların yalan olabilirliğini biraz olsun sorgulasınlar.

     Pakistanlı Üstâd Ebû’l- Âlâ el- Mevdudî’nin “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserinin Urduca orijinalinde geçen “Kürdistan” ibaresini Türkiye’deki Türkçe tercümelerinde çıkaran, sansürleyen yayınevi, İstanbul’daki İnsan Yayınları. Yayın kurulunda kimler mi var? Eserin Türkçe tercüme çalışmasının genel yayın yönetmenliğini, ülkedeki İslamî camiânın önemli isimlerinden olan Mardinli sosyolog, ilahiyatçı, gazeteci ve yazar Ali Bulaç (1951 – halen hayatta) yapıyor. Tercüme kurulunda Muhammed Han KayaniYusuf KaracaNazife Şişmanİsmail BosnalıAli Ünal ve Hamdi Aktaş gibi isimler yer alırken, redaksiyonda İsmail Bosnalı ve Dücane Cündioğlu bulunuyor. Tashihini ise Cemil Çiftçi ve Ahmet Akçakaya yapıyor. Baskısı, Şubat 2005’te yapılmış.

     Sevgili Ali Bulaç, benim çok sevdiğim ve değer verdiğim bir insandır. O’nun Türkiye’deki tevhidî bilinçlenmeye katkısı yadsınamaz. Üniversite yıllarımda kitaplarını ve makalelerini ilgiyle okuyan bir insan olarak, şahsen bu bağlamda benim üzerimde de emeği ve hakkı vardır. Bu duruma çok üzülmüş, bunu kendisine yakıştıramamıştım. Ama Ali Bulaç’ın “Kürdistan” isminden rahatsız olacak ve bunu sansürleyecek bir insan olmadığını çok iyi bildiğim için, hemen kendisini suçlama yoluna gitmedim. Kendisiyle bizzat görüşüp bu mevzûyu O’na sormadan, kısaca O’nu dinlemeden, bir hüküm vermek istemedim.

     Nihayet nasip oldu da, bundan birbuçuk yıl önce bunu bizzat kendisiyle konuşma fırsatım oldu. Oluşturduğumuz ve haftada bir kendi aramızda sohbet ettiğimiz bir “WhatsApp”grubunda, her hafta bir arkadaşımız, seçtiği bir konuda sunum yapıyor, sunumdan sonra o konuda sohbet ediyor ve kendisine sorular soruyorduk. 30 Aralık 2021 akşamı düzenlediğimiz sohbette, Ali Bulaç ağabey aramızdaydı. Kendisi, “Medine Sözleşmesi” hakkında güzel ve faydalı bir sunum yaptı, epey istifade ettik. Sunumdan sonra sorular soruyorduk.

     Ben de söz aldım ve Ali Bulaç’a önce şu soruyu sordum:

     – Ali abi, “Kürt”, “Kürtçe”, “Kürdistan” ifadelerinden rahatsız olmak, bu ifadelerin geçtiği yerleri sansürlemek, bu akşamki sohbette bahsini ettiğiniz “Medine Sözleşmesi”ne ve genel olarak İslamî ahlâk ve öğretiye uygun mudur?

     Böyle bir soru beklemeyen Ali Bulaç, tek saniye düşünmeden,

     – Tabiî ki değildir, İbrahim. Öyle şey olur mu? Bu ırkçılıktır, şovenizmdir. Ben bu ifadelerden asla rahatsız olmam ve kendi yazılarımda, konuşmalarımda da sıklıkla kullanırım, dedi.

     Kendisinden bu cevabı aldıktan sonra, asıl sorumu sordum ve diyalog şu şekilde devam etti:

     – Üstâd Ebû’l- Âlâ el- Mevdudî’nin meşhur “Tefhîm’ul- Qur’ân” adlı eserini biliyorsunuz, değil mi?

     – Elbette biliyorum.

     – Bilmeniz normal, çünkü eseri Türkçe’ye tercüme ettiren ve Türkiye’de yayınlayan bizzat sizlersiniz.

     – Doğrudur.

     – Yalnız şöyle birşey var, Ali abi: Eserin Urduca orijinalinde, Üstâd Mevdudî, Nûh Tufanı’nın Kürdistan’da geçtiğini, Hz. Nûh’un Kürdistanlı bir peygamber olduğunu açıkça belirtiyor. Hem tefsirin içinde “Kürdistan” geçiyor, hem de yayınlanan haritada Kürdistan’ın üzerinde “KÜRDİSTAN” yazıyor. Ama gel gör ki, sizin başında olduğunuz kurulun yaptığı tercümede ve Türkiye’de yayınladığınız eserin Türkçe tercümesinde, “Kürdistan” geçmiyor. “Kürdistan” ismi silinmiş, onun yerine “Doğu Anadolu’da (eskiden) Cezire-i İbni Ömer olarak anılan bölgenin Kuzey-doğusunda” ibaresi yazılmıştır. Bir tek “Kürdistan” kelimesine karşılık tam 10 kelime!..

     …

     – Bu tahrifatı 2018 yılında Hüseyin Sarıgül ve Kutbeddin Nurlubaş kardeşlerimiz ortaya çıkardılar ve kendi “Facebook” sayfalarında yayınladılar. Hüseyin Sarıgül şu anda aramızda, O da bizi dinliyor. Direk kendisine sorabilirsiniz…

     – …

     – Sana şunları sormak isterim, Ali abi: “Kürdistan” ismini sansürlemek için, bir Kur’ân-ı Kerîm tefsirini dahi tahrif edecek kadar zıvanadan çıkmak, hayatınız boyunca onu anlatmakla iştigal ettiğiniz İslamî itikadına ve İslamî ahlâka uygun mudur? 30 yılınızı onu anlatmakla harcadığınız “Medine Sözleşmesi”nin içinde Kürtler’in ve Kürdistan’ın yeri yok mu? Böyle bir tahrifat, böyle bir sansür, nasıl birşeydir?

     Ali Bulaç hiç lafı eğip bükmeden, mertçe ve dürüst bir şekilde şunları söyledi:

     – Hiç lafı dolandırmadan net biçimde söyleyeyim nasıl birşey olduğunu: Alçaklıktır, ahlâksızlıktır, şerefsizliktir, iğrençliktir. İslam ahlâkıyla, İslamî ititakdla da uzaktan yakındna ilgisi yoktur. Yapılan düpedüz ırkçılıktır, şovenliktir. Ve ırkçılığın dînimizde yeri yoktur!

     – Ama siz yapmışsınız…

     – Benim haberim bile yok bu anlattıklarından. Şimdi senden öğreniyorum…

     – Abi yayın kurulunun başında sen varsın.

     – İbrahim, bak, söylediklerime ne kadar inanırsın bilemem, ama şundan emin ol kardeşim, yemin ederek söylüyorum: Şu saate, şu dakikaya kadar benim bundan haberim dahi yoktu. Şimdi senden öğreniyorum ve açıkçası şok oldum ben de. Evet genel yayın yönetmeni bendim, ama 7 ciltlik koca eserin her cümlesini de didik didik tarayıp kontrol edemem ya. Tercüme kuruluna güvenmiştim, böyle birşey yapacakları aklıma hiç gelmemişti. Ama demek ki yapmışlar. Çok kötü ve çirkin birşey yapmışlar.

     – …

     – O tercüme kurulunda yer alan isimlerin bazılarında, evet bu tıynet var. Ne yazık ki ırkçılık mikrobundan tam kurtulmamış, Kürtler’e ve “Kürdistan” ismine menfi bakan bir – iki isim var. Muhtemelen onların işidir. Burda olmadıkları için isim vermek istemem ama, içlerinden bazıları malesef bunu yapacak kişiler. Sanıyorum onların işidir. Keşke bunları önceden öngörebilseydim ve bu duruma mani olabilseydim.

     Aramızda geçen konuşma kabataslak bu şekildeydi.

     “WhatsApp” grubunda 30 Aralık 2021 akşamı gerçekleşen bu sohbette, sevgili Ali Bulaç ağabey ve sevgili Hüseyin Sarıgül ağabey dışında, yanlış hatırlamıyorsam, Enüş YaşarMüslüm DoğanAyhan BilgenHasan PostacıSerhat ÖzdiliMeral DervişoğluNurten ErtuğrulMücteba KaradenizÖmer AtalarHakan TuncerDavut GülerÜmit Aktaş gibi isimler de vardı. Aramızda geçen bu konuşmaya bu kardeşlerimi şahit olarak gösterebilirim. (O sohbette olmadığı halde ismini yazdığım bir – iki kişi olabilir, ayrıca o sohbette bulunduğu halde ismini yazmayı unuttuklarım da olabilir. Sonuçta kayda almadığımız bir sohbetti, ama aklımda kalanıyla sohbetin seyri ve bu konuşmaya tanık olanlar bunlar.)

     Ali Bulaç ağabeyin bu olayla bir ilgisinin olmadığını öğrenmek, beni mutlu etmişti. Çünkü dediğim gibi, böyle bir olayı kendisine asla yakıştırmam.

     Fakat kendisine yakıştıramadığım ama yaptığı başka birşey var ki, o da, bunu öğrendikten sonra, aradan geçen birbuçuk yıla rağmen bu konudaki suskunluğudur.

     Kendisine asla söylemedim ve öyle bir talepte de bulunmadım ancak, benim kendisinden beklediğim, bu konuda bir yazı yazması ve yapılan o çirkinliği, ahlâksızlığı ifşâ etmesiydi. Erdemli duruş, İslamî tavır, bunu gerektirirdi. Zirâ o tahrifat, O’nun başkanlık ettiği bir çalışmada yapılıyor ve O’na rağmen ama O’nun adına yapılıyor. Burda yalnızca Kürtler’e ve Kürdistan’a düşmanlık yok, aynı zamanda Ali Bulaç’a yönelik de büyük bir saygısızlık var.

     Ben tam birbuçuk yıldır, Ali Bulaç’tan bu yazıyı bekliyorum. Çıkıp bunu yazmalı ve o alçaklığı, şerefsizliği yapan tercüme kurulunu tüm kamuoyu önünde teşhir etmeli, bu olayın kendi bilgisi ve iradesi dışında yapıldığını söyleyip yapılan tahrifatı telin etmelidir.

     Yapması gereken budur, Ali abinin. Öyle 8 – 9 kişinin bulunduğu bir dost sohbetinde bunu söylemesi, bir anlam ifade etmez. Zirâ kendi başkanlığında piyasaya sürülen bu eserin Türkçe’si, bugün 8 – 9 arkadaşın evinde değil, milyonlarca insanın evinde bulunan müstesnâ bir eser. Öyleyse yapılan bu tahrifatı da sadece 8 – 9 arkadaş değil, milyonlarca insan bilmelidir.

     Sevgili Ali Bulaç’ın, şu anda okumakta olduğunuz bu çalışmalarımızı yakından takip ettiğini ve okuduğunu bildiğim için, buradan kendisine “sorumluğunu” nacizane hatırlatmak isterim, bir kardeşi olarak.

     Çıkıp bunu yazmalı tüm kamuoyu önünde teşhir etmelidir.

     Devam ediyoruz…

     Hz. Nûh ve kavminin konuştuğu dilin Kürtçe olduğu, bilimsel olarak da ispatlanmıştır. Iraklı arkeolog Prof. Dr. Abdullah Zehawî (? – ?) tarafından Kürdistan’da Cudi Dağı çevresinde ve Şırnak topraklarında yapılan çalışmalarda, çivi yazısıyla ve Kürtçe diliyle yazılmış Guti plaketleri bulunmuş, arkeolojik kazılar sonucu ulaşılan bu plaketler tam iki yıllık bir titiz çalışma neticesinde büyük oranda çözülmüş, sonuçları ve ulaşılan tüm bilgiler Ocak 1984 tarihinde Mısır’ın yarı resmî gazetesi “El- Ahram”da dizi yazı olarak “Hz. Nûh’un Gemisinin Durduğu Dağ” başlığıyla yayınlanmıştır. O dönemde Erbil Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı olan Abdullah Zehawî’nin ulaştığı tüm bulgular, şu anda bir İngiliz bankasında muhafazâ edilmektedir. (9543)

     Başta da belirttiğimiz gibi, yukarıda serdedilen görüşlerin ve ulaşılan bulguların “mutlak doğru” olarak kabul edilmesi gibi bir dayatmada bulunmuyoruz. Ancak bu görüşleri serdeden isimlerin tamamı belli bir birikime sahip bilginlerdir. Bunları sizlere kaynaklarıyla aktarıyoruz. Dikkatlerden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da şudur ki; Kürtçe’nin yeryüzünde konuşulan ilk dil ve dünyadaki tüm dillerin anası olduğunu iddiâ eden bu isimlerin hiçbiri Kürt değildir.

     Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.

     Bütün bunlar, insanın aklına ister istemez şöyle bir düşünceyi getiriyor: Kürtçe, Allah’ın “Qalu Bela”da rûhlarımızla konuştuğu, yarattıktan sonra da insana öğrettiği ve ilk insanların konuştuğu dil olduğu için midir ki, bunca yasak, baskı, inkâr, imhâ ve asimilasyona rağmen yok olmuyor, yok edilemiyor?

     Allah Kürtçe’yi özel olarak koruduğu için midir ki, binyıllar boyunca çok güçlü devletler bazında sistematik olarak her türlü yasak, baskı, inkâr, imhâ ve asimilasyon politikarına rağmen Kürtçe her dönemde ve devirde güçlü bir dil, hatta dünyanın en güçlü dillerinden biri olma vasfını koruyor?

     Doğrusu insan ister istemez böyle düşünmüyor değil.

     O Kürtçe ki, yüzlerce yıldır sürdürülen ve en acımasız biçimde uygulanan yasak, baskı, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına rağmen, resmî dil ve eğitim dili olmamasına rağmen, okunup yazılması dahi yasaklanmasına rağmen dimdik ayakta kalan, bugün o dilde onlarca kitap ve yüzlerce makalenin kaleme alındığı muhteşem zenginlikte ve hayranlık verici derecede güçlü bir dildir.

     1960 senesinde Almanya’ya işçi sıfatıyla gelen Türkler’in, 70 yıl sonra bugün torunları Türkçe bilmiyorlar. Dünya Savaşı döneminde Rusya ve Kazakistan’da kalan Almanlar, 50 yıl sonra 1990’larda Almanya’ya toplu olarak getirilip hepsine Alman vatandaşlığı verildiğinde, tek kelime bile Almanca bilmiyorlardı. Bugün Almanya’daki Türkler’in çocukları evde Almanca, Rusya’dan getirtilen Almanlar’ın çocukları da evde Rusça konuşuyorlar. Almanca gibi zengin, köklü ve güçlü bir dil, Sovyetler Birliği’ndeki yasak ve asimilasyona 50 yıl bile dayanamadı. 50 yılda unutuldu. Adamların tipleri bile değişti. Alman’dan çok Rus’a benziyorlar. Türkçe ise, Almanya’da yasak ve asimilasyon olmadığı halde 70 yıla kalmadan unutuldu. Buradaki Türk derneklerinin çabalarıyla ayakta kalmaya çalışıyor.

     Kürtçe ise bunca baskılara, yasak ve inkâra, sistematik asimilasyon ve imhâ politikalarına rağmen hâlâ hayatın her alanında Kürtler tarafından konuşulup yazılmakta, Kürtçe dilde bugün onlarca akademik makale ve bilimsel kitap yazılmaktadır.

     Hakikaten çok ilginç.

     Kürtçe her devirde güçlü devletler tarafından sistematik olarak yasak, baskı, imhâ, inkâr ve asimilasyon politikalarına maruz kaldığı halde, yine de Kürtçe yok olmuyor, yok edilemiyor.

     Üstelik Kürtler de, bunca baskıya ve inkâra, yasaklamalara ve engellemelere maruz kalan anadilleri Kürtçe’yi korumak, yaşamak ve yaşatmak için, birtakım cılız girişim dışında elle tutulur bir çaba ve hassasiyet göstermedikleri halde, yine de Kürtçe’ye birşey olmuyor.

     Acaba Allah özel olarak Kürtçe’yi koruyor mu?

     Kürtçe hem bu kadar ağır ve sistematik yasak, baskı, inkâr ve imhâ politikalarına maruz kalacak, hem de Kürtler Kürtçe’yi yaşamak ve yaşatmak için özel hiçbir çaba göstermeyecek, ama bütün buna rağmen Kürtçe’ye hiçbir şey olmayacak!? Bırakın yok olmasını, yok edilmesini, buna rağmen Kürtçe her devirde daha da güçlenecek, her çağda dünyanın en güçlü dillerinden biri olmayı sürdürecek!?

     Bu nasıl mümkün olabiliyor? Doğa ve fizik yasalarına aykırı ama bir gerçek olan bu durumun tek açıklaması, ilahî yasalar olabilir ancak.

     Belki de Allah Kürtçe’yi özel olarak koruyordur.

     Belki de….

– yazı dizisi devam edecek –

     DİPNOTLAR:

(9446): Kur’ân-ı Kerîm, Baqara, 30 – 35

(9447): Kur’ân-ı Kerim, Rûm, 22

(9448): Nicholas Evans – Stephen Levinson, The Myth of Language Universals: Language Diversity and Its Importance for Cognitive Science, Behavioral and Brain Sciences, sayı 32, s. 429 – 492, Ekim 2009, https://www.cambridge.org/core/journals/behavioral-and-brain-sciences/article/myth-of-language-universals-language-diversity-and-its-importance-for-cognitive-science/25D362A6566FCA4F51054D1C41104654

(9449): John Lyons, Language and Linguistics, s. 1 – 8, Cambridge University Press, Cambridge 1981

(9450): Robert Lawrence Trask – Peter Stockwell, Language and Linguistics: The Key Concepts, s. 129 – 131, Routledge Publishing, Londra & New York 2007

(9451): Tomasz Kamusella, The History of the Normative Opposition of “Language versus Dialect”: From Its Graeco-Latin Origin to Central Europe’s Ethnolinguistic Nation-States, Colloquia Humanistica, sayı 5, s. 189 – 198, file:///C:/Users/admin/Downloads/1413-6260-1-PB.pdf

(9452): National Geographic, Planet Erde 2008, Unsere Welt im Wandel: Zahlen, Daten, Fakten, s. 87, 2005

(9453): Ethnologue, 9 Nisan 2023

(9454): Tevrat, Tekvin, 11:1 – 9

(9455): Tevrat, Tekvin, 1:26 – 31; 2:7 – 24 ve 3:1 – 24 / İncil, Markos, 10:6 – 9 / Kur’ân-ı Kerim, Baqara, 28 – 30; Âl-i İmran, 59; Nisa, 1; Âraf, 11 – 10, 189; Hicr, 26 – 28; İsra, 61; Kehf, 50; Tâhâ, 116 – 121

(9456): Tevrat, Tekvin, 6:5 – 22; 7:1 – 24; 8:1 – 22; 9:1 – 18 ve 10:32 / Kur’ân-ı Kerim, Âraf, 64 – 69; Yunus, 71 – 73; Hûd, 25 – 89; İsra, 3 ve 17; Meryem, 58; Mü’mînun, 23 – 30; Şuârâ, 105 – 120; Ankebut, 14 – 15; Saffat, 75 – 83; Qamer, 9 – 15; Hadid, 26; Nûh, 1 – 28

(9457): Tevrat, Tekvin, 2:10 – 15 ve 8:4 / Kur’ân-ı Kerim, Hûd, 44 / ayruca bkz. İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, s. 161, Özedönüş Yayınları, İstanbul 2009

(9458): Tevrat, Tekvin, 2:10 – 15

(9459): Tevrat, Tekvin, 5:1 – 32 ve 7:11

(9460): Kur’ân-ı Kerim, Hûd, 44 / ayrıca bkz. İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, s. 162 – 165, Özedönüş Yayınları, İstanbul 2009 / İbrahim Sediyani, Peygamber İsmi Taşıyan Kürdistan Şehirleri, Taraf Gazetesi, 23 Şubat 2014 / İbrahim Sediyani, Nûh Tufanı ve İnsanlık Tarihinin Başladığı Kürdistan, Taraf Gazetesi, 4 Mart 2014

(9461): Tevrat, Tekvin, 11:10 – 26

(9462): Tevrat, Tekvin, 11:27 – 32; 12:4 – 5; 28:10 – 19 ve 31:38 – 41 / ayrıca bkz. Seton Lloyd – William Brice, Harran, Anatolian Studies, Journal of the British Institute at Ankara, sayı 1, s. 77 – 111, Ankara 1951 / Davis S. Rice, Medieval Harran: Studies on its Topography and Monuments, Anatolian Studies, Journal of the British Institute at Ankara, sayı 2, s. 36 – 84, Ankara 1952 / İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, s. 166 – 167, Özedönüş Yayınları, İstanbul 2009 / İbrahim Sediyani, Kadın Peygamberler, cilt 1, s. 51 – 55, Nefel Yayınları, Diyarbakır 2021 / İbrahim Sediyani, Peygamber İsmi Taşıyan Kürdistan Şehirleri, Taraf Gazetesi, 23 Şubat 2014

(9463): Tevrat, Tekvin, 2:8 – 17

(9464): Simon Leser, The 8 Oldest Religions in the World, The Culture Trip, 24 Nisan 2018, https://theculturetrip.com/asia/articles/the-8-oldest-religions-in-the-world/

(9465): Vikipedi (Türkçe), “Yezdânizm” maddesi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Yezd%C3%A2nizm / Wikipedia (İngilizce), “Yazdânism” maddesi, https://en.wikipedia.org/wiki/Yazd%C3%A2nism

(9466): Maximilan Bittner, Die Heiligen Bücher der Jeziden oder Teufelsanbeter, cilt 55, bölüm 4, s. 26 – 27, Kaiserlichen Akademie der Wissenschaften in Wien, Viyana 1913, http://dirokakurdistan.com/tr/wp-content/uploads/2018/10/pirtuk_ezdi.pdf / Jemal Nebez, The Kurdish Language From Oral Tradition to Written Language, Western Kurdistan Association Publications, Londra 2005, http://dirokakurdistan.com/wp-content/uploads/2018/12/Kurdish_Language.pdf

(9467): age / age

(9468): Tevrat, Tekvin, 2:19 – 20 / Kur’ân-ı Kerim, Baqara, 31

(9469): Carl Brockelmann, Das Neujahrsfest des Jezidis, Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, sayı 55, s. 388 – 389, Harrassowitz Verlag, Wiesbaden 1901

(9470): Kur’ân-ı Kerim, Baqara, 31

(9471): Edward Granville Browne, Material for the Study of the Bahai Religion, Cambridge University Press, Cambridge 1961 / Jemal Nebez, The Kurdish Language From Oral Tradition to Written Language, Western Kurdistan Association Publications, Londra 2005, http://dirokakurdistan.com/wp-content/uploads/2018/12/Kurdish_Language.pdf

(9472): İbrahim Sediyani, Yaseminler Gülümsüyordu Ellerimiz Kavuştuğunda – 65, Sediyani Seyahatnamesi, cilt 6, bölüm 65, İran gezisi, 12 Ağustos 2014

(9473): Edward Granville Browne, Material for the Study of the Bahai Religion, Cambridge University Press, Cambridge 1961 / İbrahim Sediyani, Yaseminler Gülümsüyordu Ellerimiz Kavuştuğunda – 65, Sediyani Seyahatnamesi, cilt 6, bölüm 65, İran gezisi, 12 Ağustos 2014 / Jemal Nebez, The Kurdish Language From Oral Tradition to Written Language, Western Kurdistan Association Publications, Londra 2005, http://dirokakurdistan.com/wp-content/uploads/2018/12/Kurdish_Language.pdf

(9474): Häji Nématollah Mojrem Mokri, Shah-Nama-ye Haqiqat, s. 202, beyit 3841, Le Livre des Rois de Vérité, Paris 1988

(9475): Bkz. Elinizdeki kitabın bir önceki “Şeytan: İlk Sapkın mı, En Büyük Muvahhid mi?” başlıklı bölümü

(9476): Encyclopedia of Islam, Vladimir Fedorovich Minorsky, “The Kurds” maddesi, Brill Publishing, Leiden 1927 / Basile Nikitine, Les Kurdes: Étude Sociologique et Historique, Librairie C. Klincksieck, Paris 1956 / Cemal Reşîd Ahmed, Tarix’el- Kurd’el- Qadîm, Selahaddîn Üniversitesi Yayınları, Erbil 1990 / Cemal Reşîd Ahmed, Diraset Kurdiye fi Bilad Subartu, Bağdat 1984 / Godfrey Rolles Driver, The Dispersion of the Kurds in Ancient Times, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland (JRAS), sayı 4, s. 563 – 572, Cambridge University Press, Cambridge 1921 / Godfrey Rolles Driver, The Name Kurds and its Philological Connections, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland (JRAS), Cambridge University Press, Cambridge 1923 / Jemal Nebez, The Kurdish Language From Oral Tradition to Written Language, Western Kurdistan Association Publications, Londra 2005

(9477): Encyclopaedia Britannica, John A. Haywood, “Al-Mas’ūdī” maddesi, University of Durham Press, Durham 1968 / Aram Ter-Ghevondyan, Արաբական Ամիրայությունները Բագրատունյաց Հայաստանում, s. 15, այաստանի Հանրապետության գիտությունների ազգային ակադեմիա, Ermenistan Cumhuriyeti Ulusal Bilim Akademisi Yayınları, Erivan 1965

(9478): El- Mesudî, Muruc’el- Zehab we Ma’adin’el- Cewahir, s. 249, Bağdat 956

(9479): Şerefxan, Şerefname, Qum 1597

(9480): Brook Wilensky-Lanford, Paradise Lust: Searching for the Garden of Eden, Grove Press, New Yok 2011 / Ziony Zevit, What Really Happened in the Garden of Eden?, s. 111,  Yale University Press, Londra 2013 / Joseph Edward Duncan, Milton’s Earthly Paradise: A Historical Study of Eden, s. 96 ve 212,  University Of Minnesota Press, Minneapolis 1972  / John Day,  Yahweh and the Gods and Goddesses of Canaan, s. 30,  Sheffield Academic Press, Sheffield 2002 / Eric H. Cline, From Eden to Exile: Unraveling Mysteries of the Bible, s. 10, National Geographic Publishing,  Washington D. C. 2007 / Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, s. 123 – 124, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990 / Samuel Noah Kramer, Sümerler: Tarihleri, Kültürleri ve Karakterleri, s. 180, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2002 / Dora Jane Hamblin, Has the Garden of Eden been Located at Last?, Smithsonian, sayı 18, bölüm 2, Mayıs 1987

(9481): Andrew Collins, Meleklerin Küllerinden, s. 190 – 197 ve 459 – 460, Avesta Yayınları, İstanbul 2001

(9482): François-Xavier Lovat, Kurdistan: Land of God, GID Publishing, Londra & Erbil 2006, https://www.institutkurde.org/activites_culturelles/evenement_219.html

(9483): UNESCO World Heritage in Turkey 2016, Sabri Karadoğan – Berrin Alper – Nevin Soyukaya, “Diyarbakır Fortress and Hevsel Gardens Cultural Landscape”, s. 378 – 412, Publishing by Turkish National Commission for UNESCO, Kasım 2016 / Nevin Soyukaya – Ercan Gümüş, Diyarbakir Fortress and Hevsel Gardens Cultural Landscape, s. 144, Dicle Üniversitesi Yayınları, Diyarbakır 2015 / Işık Sezen, The Importance of Allotment Gardens in the European Garden Art in Terms of Urban Landscape and the Concept of Allotment Gardens in Turkish Cities, ATA Planlama ve Tasarım Dergisi, cilt 2, sayı 1, s. 41, Atatürk Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, Erzurum 2018 / M. Ali Abakay, Hevsel Gardens: Environment and Nature in Diyarbakır, s. 303, Diyarbakir Provincial Administration of Food, Agriculture and Livestock Publications, Diyarbakır 2011 / Antoine Pérez, Assurnasirpal II – L’Eden et les Jardins de l’Hevsel, Institut Français d’Études Anatoliennes, İstanbul 2015

(9484): Yasemin Nicola Sakay, World Heritage in Turkey: Mighty Diyarbakır Fortress and luscious Hevsel Gardens, Daily Sabah, 20 Mart 2020 / Construction Works Threaten Diyarbakır’s Hevsel Gardens with Ecological Destruction, Bianet, 22 Mayıs 2020

(9485): Tevrat, Tekvin, 5:1 – 32 ve 7:11

(9486): Mıgırdiç Margosyan, Biletimiz İstanbul’a Kesildi, s. 106, Aras Yayınları, İstanbul 2003 / Yusuf Kenan Haspolat, Kutsal Nehir Dicle ve Fırat, e-kitap, Ocak 2015, https://docplayer.biz.tr/29748759-Kutsal-nehir-dicle-ve-firat-prof-dr-yusuf-kenan-haspolat.html

(9487): Şükran Abak, Diyarbakır’da Ziyaret ve Ziyaret Yerleri, s. 16, Dicle Üniveritesi İlahiyat Fakültesi Lisans Tezi, Diyarbakır 2002

(9488): Tevrat, Mısır’dan Çıkış, 20: 1 – 17 ve 32

(9489): Yusuf Kenan Haspolat, Kutsal Nehir Dicle ve Fırat, e-kitap, Ocak 2015, https://docplayer.biz.tr/29748759-Kutsal-nehir-dicle-ve-firat-prof-dr-yusuf-kenan-haspolat.html

(9490): age

(9491): Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, s. 200 – 201, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990

(9492): Mircea Eliade, Histoire des Croyances et des Idées Religieuses, cilt 1, s. 80, Edité par Payot. Paris 1983 / Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, s. 182, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990

(9493): Andrew Collins, Meleklerin Küllerinden, s. 238 – 240 ve 294, Avesta Yayınları, İstanbul 2001 / Cevat Eroğlu, İsrail’in Beka Stratejisi, s. 48, Sayfa Yayınları, İstanbul 2003

(9494): Neo-Assyrian Geography, Frederick Mario Fales, “Rivers in Neo-Assyrian Geography”, s. 203 – 204, Roma 1995

(9495): Wayne Horovitz, Mesopotamian Cosmic Geography, s. 328, Eisenbrauns Publishing, Winona Lake 1998

(9496): Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, s. 125 – 127 ve 366, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2002

(9497): Şeyhmus Diken, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır, s. 70 – 73, İletişim Yayınları, Ankara 2003

(9498): Muazzez İlmiye Çığ, Uygarlığın Kökeni Sümerliler, cilt 1, s. 53 – 54, 73 ve 105, Kaynak Yayınları, İstanbul 2007

(9499): Bejan Matur, Doğunun Kapısı Diyarbakır, s. 250, DKSV Yayınları, İstanbul 2009

(9500): Mircea Eliade, Histoire des Croyances et des Idées Religieuses, cilt 1, s. 179, Edité par Payot. Paris 1983 / Mircea Eliade, A History of Religious Ideas, cilt 1, s. 206, The University of Chicago Press, Chicago 1978

(9501): Denise Masson, Monothéisme Coranique et Monothéisme Biblique, s. 745, Desclée de Brouwer, Paris 1976

(9502): Matthias Schulz, Wegweiser ins Paradies, Der Spiegel, sayı 23, Haziran 2006, https://www.spiegel.de/politik/wegweiser-ins-paradies-a-3426f7b7-0002-0001-0000-000047134822?context=issue

(9503): Ingeborg Flagge, Lag Hier das Paradies?, Frankfurter Rundschau, 25 Kasım 2011, https://www.fr.de/kultur/hier-paradies-11367326.html

(9504): The People of the Book and the Hierarchy of Discrimination, United States Holocaust Memorial Museum, https://www.ushmm.org/genocide-prevention/countries/iraq/case-study/background/people-of-the-book

(9505): İncil, Elçilerin İşleri, 19:1 – 5 / Kur’ân-ı Kerîm, Baqara, 62; Maide, 69; Hacc, 17

(9506): Majella Franzman, Living Water Mediating Element in Mandaean Myth and Ritual, Numen, sayı 36, s. 158, Aralık 1989, https://www.researchgate.net/publication/283988204_Living_Water_Mediating_Element_in_Mandaean_Myth_and_Ritual

(9507): Tezkiret’ul- Kurtubî, s. 524 / Wahidî, El- Wasît fi Tefsîr’il- Qur’ân’il- Mecîd, cilt 3, s. 286, Beyrut 1994 / Maqdisî, Tezkiret’ul- Mewzuat, s. 34, Matbaat’us- Saade Neşriyat, Kahire 1905

(9508): M. Şefik Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, s. 33, Kent Yayınları, İstanbul 2003

(9509): Fahreddîn Razî, Mefatih’ul- Ğayb, cilt 23, s. 90, Dar’ul- Fikr Neşriyat, Beyrut 1981

(9510): Kur’ân-ı Kerîm, Mü’mînun, 18

(9511): Kurtubî, El- Camî li Ahkâm’il- Qur’ân, cilt 15, s. 23, Muesseset’us- Risale Neşriyat, Beyrut 2006

(9512): age, cilt 19, s. 260 – 261

(9513): Kur’ân-ı Kerîm, Mü’mînun, 18

(9514): Ebû Hayyan el- Endelusî, El- Behr’ul- Muhit fi’t- Tefsîr, cilt 7, s. 554, Dar’ul- Fikr Neşriyat, Beyrut 2010

(9515): Ali Şeriatî, Medeniyet Tarihi, Fecr Yayınları, Ankara 1987

(9516): Tevrat, Tekvin, 5:3

(9517): Tevrat, Tekvin, 5:6

(9518): Tevrat, Tekvin, 5:9

(9519): Tevrat, Tekvin, 5:12

(9520): Tevrat, Tekvin, 5:15

(9521): Tevrat, Tekvin, 5:18

(9522): Tevrat, Tekvin, 5:21

(9523): Tevrat, Tekvin, 5:25

(9524): Tevrat, Tekvin, 5:28 – 29

(9525): Tevrat, Tekvin, 6:5 – 22; 7:1 – 24; 8:1 – 22; 9:1 – 18 ve 10:32 / Kur’ân-ı Kerim, Âraf, 64 – 69; Yunus, 71 – 73; Hûd, 25 – 89; İsra, 3 ve 17; Meryem, 58; Mü’mînun, 23 – 30; Şuârâ, 105 – 120; Ankebut, 14 – 15; Saffat, 75 – 83; Qamer, 9 – 15; Hadid, 26; Nûh, 1 – 28

(9526): Tevrat, Tekvin, 8:4

(9527): Kur’ân-ı Kerim, Hûd, 44

(9528): Tevrat, Tekvin, 8:4

(9529): Kur’ân-ı Kerim, Hûd, 44

(9530): İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, s. 165, Özedönüş Yayınları, İstanbul 2009 / İbrahim Sediyani, Peygamber İsmi Taşıyan Kürdistan Şehirleri, Taraf Gazetesi, 23 Şubat 2014 / İbrahim Sediyani, Nûh Tufanı ve İnsanlık Tarihinin Başladığı Kürdistan, Taraf Gazetesi, 4 Mart 2014

(9531): age / agm / agm

(9532): Kur’ân-ı Kerim, Hûd, 40

(9533): Taberî, Tefsîr’ut- Taberî, cilt 12, s. 412, Dar’ul- Âlem’il- Kutub, Riyad 2003 / Beyzavî, Tefsîr, cilt 1, s. 31/ Salebî, Arais’ul- Mecalis, s. 60, Kahire 1954 / Fahreddîn Razî, Tefsîr, cilt 23, s. 83 / Zemaxşerî, Tefsîr, cilt 2, s. 109 / Hazin, Tefsîr, cilt 3, s. 232 / Nesefî, Tefsîr, cilt 2, s. 53, Dar’un- Nefais Neşriyat, Beyrut 2005

(9534): İbn-i Esîr, El- Kâmil fi’t- Tarih, cilt 1, s. 57 – 58, Beyrut 1987 / İbn-i Kesîr, El- Bidaye we’n- Nihaye, cilt 1, s. 260, İmbabe 1997 / Taberî, Tarîh’el- Umem we’l- Muluk, cilt 1, s. 179 – 191, Dar’ul- Maarif Neşriyat, Kahire 1969 / İbn-i Saad, Kitab’ut- Tabaqât’il- Kebir, cil 1, s. 23 – 25, Kahire 2001 / İbn-i Kelbî, Kitab’ul- Asnam, s. 53 – 54 / İbn-i Cewzî, El- Muntazam fi Tarih’il- Muluk we’l- Umum, cilt 1, s. 239 – 244, Dar’ul- Kutub’il- İlmiyye, Beyrut tarihsiz / İbn-i Asakir, Tarîh-u Medînet-i Dimeşk, cilt 62, s. 245 – 247, Dar’ul- Fikr Neşriyat, Beyrut 1997

(9535): İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, s. 164, Özedönüş Yayınları, İstanbul 2009

(9536): Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt 4, Kürdistan gezisi, Yapı Kredi Yayınları

(9537): Faruk Arslan, Kürt Diyarının Bilinmeyen Saklı Tarihi – Bilad-ı Ekrad: Kürdistan, s. 4, Öteki Adam Yayınları, İstanbul 2013 / İbrahim Sediyani, Yeryüzünün İlk Kavmi Kürtler ve Konuşulan İlk Dili Kürtçe, Ufkumuz, 26 Mart 2014

(9538): Evliya Çelebi, Seyahatname, cilt 4, Kürdistan gezisi / ayrıca bkz. Martin van Bruinessen, Kürt Lehçeleri Üzerine Evliya Çelebi’nin Notları, s. 16 – 17, Studia Kurdica, Paris 1985 / İbrahim Sediyani, Yeryüzünün İlk Kavmi Kürtler ve Konuşulan İlk Dili Kürtçe, Ufkumuz, 26 Mart 2014

(9539): Ebû’l- Âlâ el- Mevdudî, Tefhîm’ul- Qur’ân, Hûd sûresi tefsiri ve Araf sûresi tefsiri / ayrıca bkz. Ebû’l- Âlâ el- Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhîd Mücadelesi ve Peygamber’in Hayatı / İbrahim Sediyani, Yeryüzünün İlk Kavmi Kürtler ve Konuşulan İlk Dili Kürtçe, Ufkumuz, 26 Mart 2014

(9540): Hüseyin Sarıgül, Facebook, 19 Eylül 2018, https://www.facebook.com/huseyin.sarigul.16/posts/10156993404190798 / Kutbeddin Nurlubaş, Facebook, 20 Eylül 2018, https://www.facebook.com/knurlubas/posts/2061093580591398 / ayrıca bkz. “Kürdistan” İbaresini Sansürlemek İçin Kurân-ı Kerîm Tefsîrini Bile Tahrif Ettiler, Sediyani Haber, 20 Eylül 2018, https://www.sediyani.com/?p=44612

(9541): Hüseyin Sarıgül, Facebook, 19 Eylül 2018, https://www.facebook.com/huseyin.sarigul.16/posts/10156993404190798 / ayrıca bkz. “Kürdistan” İbaresini Sansürlemek İçin Kurân-ı Kerîm Tefsîrini Bile Tahrif Ettiler, Sediyani Haber, 20 Eylül 2018, https://www.sediyani.com/?p=44612

(9542): Kutbeddin Nurlubaş, Facebook, 20 Eylül 2018, https://www.facebook.com/knurlubas/posts/2061093580591398 / ayrıca bkz. “Kürdistan” İbaresini Sansürlemek İçin Kurân-ı Kerîm Tefsîrini Bile Tahrif Ettiler, Sediyani Haber, 20 Eylül 2018, https://www.sediyani.com/?p=44612

(9543): Abdullah Zehawî, Hz. Nûh’un Gemisinin Durduğu Dağ, El- Ahram, Ocak 1984 / İbrahim Sediyani, Yeryüzünün İlk Kavmi Kürtler ve Konuşulan İlk Dili Kürtçe, Ufkumuz, 26 Mart 2014

binguven-bal2
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.