Köyde ilk gündü.
Antenler çatıda olur. Bizim çanak anten binanın önünde, ana yolun kenarında yarım boyda bir telefon direğinin üzerindedir. Direkler dikildi ama, telefonun ömrü uzun sürmedi. Rüzgar esti teller koptu. Yağmur yağdı teller koptu. Kar yağdı teller koptu. Sonunda alolar kesildi, direkler ortada kaldı. Ortada kalan direkleri komşular odun yaptı gelen kışta. Üzerine kavga edilen direkler de oldu. Benimdir, senin değildir hikayesi.
Kapıda elimde ekmek bıçağı, anten kablosu ve konektörle çanak anteni ayarlamaya çalışırken bir araba geçip gidecekken yanaştı, önümde durdu.
Arabada genç bir çift vardı. Erkek direksiyondaydı. Kadın diğer tarafta. Çift çok tanıdık davrandı.
Samimi bir yüz ifadesiyle hal hatır sordu adam. Sosyal medyaya gitti aklım. İki yazı yazmışım ya, ünlü olmuşum demek ki.
Altta kalır mıyım ben de aynı, hatta daha coşkulu onların hatırını sordum. Kalabalık şehrin derine işlemiş yalnızlığını söküp atmaya da yeminim vardı zaten. Yemin en ucuzu.
“Bulan Peri Bacaları?” diye sorunca genç adam, anladım ki, ne beni ne de köyü tanıyor. Yoksa Buban’a Bulan demezdi. Bozuldum tabi.
Direksiyondaki genç adam telaffuz ettiği isimden emin değildi, yanında oturan genç kadına döndü mahcupça, yardım bekledi.
Genç kadın elindeki kağıda göz attıktan sonra,
“Buban Peri Bacaları” diye fısıldadı ben duymayayım diye.
Ben de duymazdan geldim. Genç adam sol elini camdan uzattı. Bu kez tane tane sordu.
“Buban Bacaları’na gitmek istiyorduk, bu yol bizi oraya götürür mü?”
Genç çift yanımdan bin teşekkürle ayrıldıktan sonra bıçağın ucuyla yolu tarif ettiğimi fark ettim. Tuhaf oldum biraz. Bıçağı bir kenara bıraksaydım keşke.
Bırakıp öyle, “Beş yüz metre kadar ileride bir köprü var, oradan sağa dönün, sekiz yüz metre kadar bir yol daha gidin, Gülte Gori’nin mezarını geçtikten iki yüz metre sonra bacalar soldaki yamaçta kalır,” deseydim keşke.
Günler sonra top akasyaların altındaki çivi başları bir görünüp bir kaybolan, zaman zaman seksenlik Veli Amca ile Mehmet Ali Amca’nın da oturup, oturunca dalıp gittikleri banklardan birine oturdum. Tepeler canlanmış, meşeler patlamış, toprak örtünmüş iyice. Buban Bacaları karşımda, orada kuş uçuşu yarım dakika uzakta duruyordu.
Buban Bacaları’nı soran meraklı genç çift kafama takıldı.
Nereden gelmişlerdi?
Buban Bacaları’nı nereden öğrenmişlerdi? Kimdiler?
Meslekleri neydi? Bacaları hayal ettikleri gibi buldular mı?
Bir daha gelecekler mi? “Bir dinlenme mekanı olsa, ne güzel olurdu” dediler mi?
Ellerini yüzünü yıkayacakları, avuç içiyle su içecekleri bir çeşme aradılar mı?
Kıraçta hayal kırıklığı mı yaşadılar yoksa?
Onlarca cevapsız soru…
Kutuların üzerine resimleri basılmış, ulusal televizyonlarda soru olarak sorulmuş, Bingöl’ün tanıtım videolarında kendine yer bulmuş olmasına rağmen Buban Bacaları’nın bir isimliği yok.
Buzdolaplarının kapısına yapıştırılacak mıknatıslı bir maketi yok.
Bir hikayesi bile yok.
Doğanın cazibesini kanıksayan komşular, Buban Bacaları’ni ötesinde berisinde sürülerine kurtların saldırdığı taş yığını olarak görmeye; taş yığınlarını ziyaret etmeye gelenlere de “çildirmis” gözüyle bakmaya devam edecek ve hatta adres soranlara yolu tarif etmekten bile kaçınacaklar.
Köylünün umurunda değil belki, peki Buban Bacaları’nı doğa güzellikleri envanterinde gösteren resmi kurumların umurunda olamaz mı?
Bingöl Belediyesi ya da Bingöl’ü sahiplenen kurumlardan biri, yol ayrımlarına “Buban Bacaları’na Gider” tabelası koyduramaz mı?
Hayal işte…
Cafer Yurtsever
Buban Köyü, Mayıs 2021