Öncelikle, Yunanistan ile yaşanan gerilimi bir savaş arayışı olarak görmüyorum.
AB üyeliği gibi NATO üyeliğinden de uzaklaşma senaryosu değilse, seçim oyunu olarak değerlendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
NATO ve Avrupa Birliği Üyesi (AB) Yunanistan’a “bir gece ansızın gelebiliriz” tahdidinin ciddiye alınmayacağını cahil-cühela dışında herkes bilir.
Ayrıca Azerbaycan’ı Ermenistan’a karşı devamlı teşvik ve tahrik etmek iç politikaya yönelik olsa da iç barışımız açısından doğru bulmadığımı belirtmeliyim.
Türkiye’nin, Azerbaycan gibi Ermenistan’la da barış ve dostluk kurması gerektiğine inanıyorum.
Esas sorun coğrafyamızla ilgilidir. Yakın coğrafyamızda nedense savaşlar, terör ve çatışmalar hiç eksik olmuyor.
Yakın komşular olarak İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin ortak stratejisi ve politikaları, neredeyse devamlı savaş, birbirlerinin iç işlerine müdahale ve vatandaşlarına yönelik şiddete dayanmaktadır.
Ülkemizde 40 yıldır PKK, sınır dışı operasyonlar ve bunlara ilave olarak son 11 yıldır da Suriye işgali ile yaşanan savaş ve çatışmalarda binlerce insanımızı kaybettik.
Karşı tarafın kayıplarını da eklediğimizde bu sayı on binleri bulmaktadır.
Can kayıpları karşısında maddi kayıplardan söz etmeyi gereksiz görüyorum.
İran-Irak-Suriye-Türkiye veya Fars-Arap-Kürt-Türk ya da Şii-Sünni, Müslüman veya gayrimüslimler olarak bu coğrafya insanlarının savaştan bir kazanımı olmadığı ortada.
Tersine halklar ve ülkeler olarak hepimiz kaybediyoruz.
Buna rağmen savaşı neden sorgulayamadığımızı hiç düşündük mü?
Bir savaşın kaybedenleri olduğu gibi kazananları da vardır.
Ölen bizim çocuklarımız, harcanan kaynaklar bizim.
Yağmalanan, talan edilen, yakılan, yıkılan bizim ülkelerimiz.
Bu durumda kazanan taraf olmadığımız kesin.
Peki kazanan kimler?
“Dış güçler”, “emperyalizm”,
“Siyonizm” “karanlık odaklar”,
“küresel mafya”, “silah üreticileri” gibi cevaplar vermek mümkündür.
Elbette küresel savaşların kazananları da öncelikle küresel güçlerdir.
İdeolojik gruplar ve politikacıların genellikle cevapları da bu yöndedir.
Toplum olarak da bu cevaplarla tatmin olmayı seçmiş durumdayız.
Peki, gerçekte bu cevaplar yeterli mi?
Söz konusu cevaplar doğru olsa da gerçekler bundan ibaret değildir.
Bu cevaplar, bazen gerçekleri örtmek amacıyla da kullanıldığını uzmanlar çok iyi bilir.
Uzmanların alanına girmeden belirtmek isterim ki savaş yanlısı her iktidar, kan, katliam ve yağmadan nasiplenmekte ve bilmediğimiz başka kazanımlar hesap edilmektedir.
Savaş çığırtkanlığı yapan herkes de bilerek veya bilmeyerek bu kirli ve kanlı kazancın tarafı olarak yerini almaktadır.
Böyle bir tarafta olmayan, hatta insanlık değerlerinin gereği olarak böyle bir anlayışın karşısında olan bizim gibi milyonlarca insan var ancak hepimiz sessizliği, tepkisizliği ve duyarsızlığı seçmiş bulunuyoruz.
Yoksa gücün savaşta değil, barış ve adalette olduğuna inanmıyor muyuz?
Oysa biliyoruz ki savaş çığırtkanlığı ile güçlenen; ırkçı, ayırımcı, fırsatçı, yağmacı, dinbaz kesimler ve hamasi, popülist politikalardır.
Sesi gür çıkan, kitleleri harekete geçiren, kin ve öfkeyi ateşleyen ve politik fayda sağlayan ne yazık ki bu ideolojik kesimlerdir.
Savaş karşıtı olanlar ve savaşları sorgulayan kesimler de bu çığırtkanların “ihanet” suçlamalarıyla baskı altına alınarak sindirilmektedir.
Aydınlar ve duyarlı çevreler da savaş seviciler tarafından susturulmuş.
Böylece kaybeden; ahlak, erdem, barış, adalet ve insanlık olmuştur.
Savaş üzerinden rant elde eden bir yığın insan, grup, parti, örgüt olabilir.
Hatta birilerinin güç hesapları, iktidar hesapları savaşların varlığına bağlı da olabilir.
Üstelik kabullenmesi zor dahi olsa bir ülkede savaş çığırtkanlığı toplumun önemli bir kesiminde prim de yapabilir.
Ancak siyasal iktidarlar ve devleti yönetenler, savaşın istisnai bir karar, barışı korumanın ise asli görev olduğu bilinciyle hareket etmek zorundadırlar.
Barış, istenildiği zaman bitirilen, savaş istenildiği zaman başlatılan keyfi olaylar değildir.
Hiçbir parti, hükümet veya örgüt, insanları kaygı, korku ve ölüm üçgeninde yaşatmak ve ölüm ile yaşam arasında bir tercihe zorlama hakkına sahip değildir.
Siyasal bir iktidarın asli görevi barışı korumak ve hukuk devleti güvencesini tesis etmektir. Hangi gerekçelerle olursa olsun kaos, çatışma, savaş veya şiddete yol açmak bir iktidarın meşruiyetini sorgulatan uygulamalardandır.
Sadece Irak ve Suriye ile ilgili yaşananlardan dolayı da olsa, savaş yanlısı mevcut iktidarı sorgulamamız ve vicdanlarımızda mahkûm etmemiz gerekmez mi?
Halk ve ülke olarak, bu savaşlardan elde etiğimiz kazanım nedir?
Bu savaşlar nedeniyle neden bunca evladımız öldü ve hala ölmeye devam ediyor?
Ölenlerin ve milyonlarca Suriyeli göçmenin vebali kime ait?
Savaş; ölüm, yıkım, acı, gözyaşı, hüzün ve yoksulluk demek değil mi?
Akıl, ahlak, insanlık bunun neresinde?
Bu konularda esas anlamamız gereken; politikacıların ve ideolojik grupların savaş çığırtkanlığı için en çok başvurdukları “vatan” ve “din” edebiyatının bir hamaset ve sahte bir söylem olmaktan ibaret olduğudur.
Zira vatan; uğruna ölmek için değil, üzerinde özgürce, barış ve güven içinde yaşamak içindir.
Vatan için savaş, yaşama kastedildiğinde ve tecavüze uğradığında ancak gerekir.
Din de uğruna ölmek için değil, ahlaklı, adil, dürüst, güvenilir bir insan ve toplum olarak yaşamak içindir. Yine yaşama kastedildiğinde ancak savaş gerekebilir.
Her iki durumda da esas olan savaş değildir. Bu nedenle ölümü değil yaşamı, savaşı değil barışı kutsamalıyız.
Vatanperverliğin de dindarlığın da gereği olan budur.
Vatanı, dini, şehitliği kutsayarak çocuklarımızı ölüme gönderenler, iddialarında samimi olsalardı şehit olmak için ya kendileri, eşleri veya çocukları en önde olmaları gerekmez miydi?
Bu nedenle devleti yönetenler ve politikacılar, insanlarımızı savaşlarda şehit olmak yerine barış içinde yurtlarında özgürce ve insanca yaşatmaktan sorumludurlar.
Onlara savaş lazım olabilir ancak bize ve toplumun her kesimine barış lazım.
Savaş egemenlerin ve zorbaların, barış ise halkın ve haklının yararınadır.
Uyanmak için zamanımız kalmadı!
Şiarımız; “yurtta sulh, bölgede sulh, cihanda sulh” olmalıdır.