Sabaha doğru, saat 03:45 de hanım dürttü.
“Kalk” dedi. “Uyanmış, içeride dolaşıyor…”
Kimin uyandığını, kimin içeride dolaştığını biliyorum.
Yataktan fırladım.
Odasının kapısından başını uzatmış, karanlıkta yönünü bulmaya ve duvara yansıyan gölgesini tanımaya çalışıyordu Tayyar Ağa.
Tam tekmil, günlük üstünü giyinmiş, yola çıkmaya hazırdı yine. Çünkü arada bir böyle yapardı.
Odasından ve kapısı açık banyodan sızan ışık ara holü hafifçe aydınlatmış, Tayyar ağanın gölgesi karşı duvara vurmuştu. O da duvara yansıyan gölgesini okumaya çalışıyordu pür dikkat.
Geceleri yolunu bulsun diye evin bütün kapılarını kapatıyor, sadece yattığı oda ve banyonun kapılarını açık bırakıyoruz.
“Hayrola baba, hazırlanmışsın, yolculuk nereye?” dedim.
Sesin gölgesinden çıktığını sanıp, gölgesine cevap verecekti ki, elinden tuttum. Ürktü hafifçe.
“Nereye gideceğim ki, oraya…”
Başıyla mutfak yönünü işaret etti.
Bir süredir mutfak ve salonun kapılarını da kilitliyoruz. Mutfak ve salonun kapısı kapalı olduğu için ara holün o kısımları karanlıkta kalıyordu. Tayyar ağanın yolunu bahçe lambalarından içeriye sızan ve açık kapılardan evin içine yayılan ışıktan bulduğunu; uzun yola çıkma kararı verdiği zamanlarda ise karanlığa adım atmaktan çekinmediğini biliyorduk.
“Orada ne var?” diye sordum.
“Milakeler var” dedi.
“Senin Milakelerle ne işin olur ki?” diye sordum.
“Ne bileyim!” dedi.
Sesinden ve hareketlerinden uzun bir süreden beri uyanık olduğu ve kendini uzun bir yola çıkmaya hazırladığı belliydi. İkna edip, yatağına geri çevirmek kolay olmayacaktı yine.
Ayaküstü geceyi konuştuk.
“Sabaha daha var.”
“Var!” dedi.
“O zaman?”
“Kaç kişiler?”
“Kim?”
“Zazalar?”
“Ne Zazası baba, Zazalar nereden çıktı?”
“Tırpancı…”
“Sen merak etme baba, ben şimdi onlara çayını yemeğini verir, yollarım.”
“Nereye?”
“Çetan’a!”
“Oh, ohh…”
“Haydi, baba sen yat!”
“Erken değil mi?”
“Baba, gece yarısı…”
“Gece olmuş mu?”
“Olmuş.”
“Yoğ yahu!”
“Vallahi.”
“Bave mı, bana bir şey versene!”
Yatağına kadar koluna girdim. Üstünü çıkarmak istedim, engelledi. Ben de ısrar etmedim, kenara çekildim.
Ben yana çekilince, yere daha sağlam basmak için hafifçe silkelendi. Ardından pencereye doğru gitti, bir kaç kez yokladı, sonra perdeyi yana çekti. Oda iyice aydınlandı.
Sitenin bütün aydınlığı Tayyar ağanın odasına dolunca, benim “gece yarısıdır, yatalım” ısrarımın bir anlamı da kalmamıştı aslında. Beklemekten başka çarem yoktu. Bekledim, uzaktan izledim.
Tayyar ağa dualar mırıldayarak camı boydan boya öptü. Yetinmedi, tekrar öptü. Cama eliyle dokundu ve geri çekildi. Geri çekilirken perdeyi geri almayı unutmadı. Oda tekrar yarı karanlık haline döndü. Bir süre yatağına baktı. Eğildi, eliyle üç kez yatağına dokundu. Hani, “gidiyorum, hoşça kal” der gibi. Birden beni fark etti.
“Dostum bir şey versene!”
Dostum güzel sözdür.
Birkaç gün önce de, “Tosun bir şey versene!” demişti.
Bakıcısının oğlu olmaktan kıl payı kurtuldum bu kez.
Tayyar ağayı yatmaya ikna etmek kolay olmadı anlayacağınız.
Hanım da devreye girdi sonunda, ancak…
Onun yatağında kalacağına tam emin olmadan kendimi yatağa attım.
Yorgan sıcaktı.
Yorganı çekmeye kalmadan, başucumdaki telefonum çaldı.
Hayırdır inşallah!
Gözlüksüz kimin aradığını da çıkaramazdım şimdi.
Öyle de oldu. Kimin aradığını çıkaramadım. Ekranda rakam değil de harfler vardı. “En azından arayan tanıdık birileridir” diye düşündüm, telefona cevap verdim.
“İyi geceler!”
“İyi geceler!”
“Adınızı öğrenebilir miyiz?”
“Ne adı, siz kimi aradınız?”
“Biz TRT1 Komedi Dükkânından arıyoruz, adınızı öğrenebilir miyiz?”
“Evet, tam da komedi zamanı…” dedim ve ayıp olmasın diye “iyi geceleri” deyip, telefonu kapattım.
Rüyama Komedi Dükkânından yüklüce hediye çeki alan bir kadının attığı sevinç çığlıkları girdi tabi ki.
Kalk zilinde uyandığımda ilk işim, gözlüğümü takıp, arayan numaraya bakmak oldu.
Ekranda, “Özel numara” yazıyordu.
Cafer Yurtsever