Hanımı karşıma aldım. Diz dize, göz göze, ellerinden tuttum. Avucumda…
“Gurbet yok artık. Bir manifatura dükkânı açarım, bir daha da bir yerlere gitmem,” dedim.
Gözleri parladı. İnanmıyordu, inanmış gibi davrandı yine de…
Hanım sevinçli ve mutluydu. Onun sevinçten kabına sığmadığı günlerde Enis Beyden bir telgraf gelmesin mi?
*
1960 yılında NATO’nun işleri bitti.
Hatırı sayılır bir para kazanmıştım.
O yıl ayrıldık. Kardeşler olarak ayrıldık.
Her kardeş kendi hanesinin reisi oldu.
İzmir’den döndükten sonra aradan dört beş ay geçmeden bizim patronun kayınbiraderi Nihat Demir telgraf çekti.
“Tunceli’de iş aldık, hemen gel” diye haber yolladı.
Kalktım, Tunceli’ye gittim. Şantiye Kutu Deresi’nde Mut köprüsünün oradaydı.
Altıma bir jeep verdiler. Hemen işe başladım. Nihat Beyle alanı dolaşmaya çıktık; diğer gün de ekskavatörü kurduk.
“Günde kaç harman yapılıyor?” diye sordum.
Nihat Bey; “15-20 harman” dedi.
“Çok az değil mi? En az 40 harman yapılabilir?”
Nihat Bey, “İş sende,” dedi. “Senden rica ediyorum, bu işi birkaç gün içinde yoluna koy, hallet!”
İki ekip çalışıyordu. Bir ekipte Bingöllüler, diğer ekipte Tunceliler…
Haydar Eren’in babası Hüseyin Eren gelince onu oraya bekçi yaptım, gece bekçisi.
30-40 kişi Bingöllü vardı, çalışan. İki posta yapmışız. Bir postada Bingöllüler, diğer postada Tunceliler…
Sabah vardiyasında Bingöllüler, akşam vardiyasında ise Tunceliler çalışıyordu.
Tunceliler vardiyası geldiğinde, onlara; “Bingöllüler vardiyası 20 harman yaptı” diyordum; onlar da, “Bingöllüler 20 yaptıysa, biz neden 25 harman yapmayalım ki?” diyorlardı.
Tunceliler 25 harman yapınca, Bingöllüler bu sayıyı 30 harmana çıkardılar. 35, 40 harman derken 45 harmana kadar çıkardılar.
“Burada durun!” dedim. “Günde 45 harman yeter. Günde 45 harmanı tamamlayın, paydos edin,”
Remzi Bey vardı. Şantiye şefimiz…
Nihat bey, bana beş bin lira maaş veriyordu. Şantiye Şefi Remzi Bey 3500 lira alıyordu.
Hal böyle olunca şantiye şefi, benimle konuşmuyor, selam bile vermiyordu. Şantiye şefinin ekmeğine sebep olmak istemedim. Üç ay kadar çalıştım. Nihat Beye işi bırakacağımı söyledim.
Nihat Bey, beklemiyordu bunu.
“Maaşın mı az, başka bir ihtiyacın mı var?” diye sorup durdu.
Süleyman Şaho da (Tosu) orada yanımda çalışıyordu. İşi bıraktık, “çalışmıyoruz” dedik.
Nihat Bey çok ısrar etti, kararımdan vaz geçmedim. Eve döndüm.
Yıl 1961, aylardan Ağustos.
İzmir’de birlikte çalıştığımız Enis Bey, Kocaeli’nde iş almıştı. Ankara yolu yapılıyor, bu yolun malzemesini tedarik edecekti.
Telgraf çekti. “Durma, acele gel” diye.
Gittim, işe başladık. Karayoluna malzemeye veriyoruz. Bingöl’den 50-60 altmış işçi; nereye gitsem Bingöllü çocuklar da oraya geliyor. Bir taş ocağı açtık. Bir ekskavatörümüz var. Ekskavatörü Veziroğlu’ndan almışız.
Bu Veziroğlu İstanbullu, bildiğimiz Tunceli Ali Haydar Veziroğlu değil. O zamanlar damperli kamyonlar yoktu.
Kamyonların üzerinde açılan kapanan bir kasa vardı. Kasayı açtıklarında malzeme dökülüyordu. İşe koyulduk, çocuklar harı harıl çalışıyor.
Bir akşam işçiler toplanmış, halay çekiyorlar… Haber almışlar ki, bir oğlum olmuş.
Dördüncü çocuk. Halay çekerek bana müjde veriyorlar.
(…)
On birinci ayda iş bitti. O zamanlar Karayolları yüzde 25 senet, kalan kısmını nakit ödüyordu.
Nakit para bulunmazdı pek. Biz üç ortağız. Ben, Enis Bey ve Altan Bey.
Altan Demircan, Devlet Demiryolları eski Başmüfettişi idi. Altan Beyin babası Adnan Demircan’dır. Adnan Demircan, demiryollarının Başmüdürü idi.
Enis Bey, “Senin mali durumun iyidir. Sen senedi al, nakdi de biz alalım,” dedi.
10 bin liralık senedi ben aldım; memlekete döndüm.
Bingöl’de Yukarı Çarşı’da kendimize bahçe içinde bir ev yapmıştık.
Kışın Bingöl’de, yazın Kızılağaç’da kalıyorduk. Bingöl’de ev komşumuz Çiftlikli Çelebi idi.
Çelebi İleri. Askerdi, subaydı. Komşularımızdan biri de Bingöl Müftüsü idi.
Abdüllatif Bey…
Yıllar sonra bana bir işi düşen. Sonra anlatırım.
O yıllarda Karer’den çok ev yoktu Bingöl’de. Ferhat Kişin vardı. Resmi dairelerde çalışan birkaç odacı…
Karerliler Kasaran Mahallesi’ne yerleşmişlerdi.
Hanıma, “Bundan böyle işe gitmem,” dedim. “Bir miktar paramız var, kimselere muhtaç olamayız…”
Çok sevindi, çok mutlu oldu.
Kalacaksam…
Orada neler yapabileceğime karar vermiştim. Bir manifatura mağazası açacaktım.
“Bir manifatura dükkânı açarım, bir daha da bir yerlere gitmem…”
Ben böyle dedikçe hanım, mutluluktan uçuyordu. Yazın yaylaya çıktık.
Kıraç Yaylası’na… Herkese ilan etmiş, artık gurbete çıkmayacağımı.
Sabahları yayığını yaydıktan sonra hemen yaylanın kıyısındaki çeşmeye gidiyor, çay koyuyordu.
Bir çocuktan farkı yok, o kadar mutlu.
Sen, manifatura mağazasını açma fikrine nereden kapıldığımı sormadan, anlatayım.
İzmir’de çalışırken Yekmal köyünden tanıdıklarım oldu.
Haşim Turan, Eşref Yurtsever. Eşref öğretmendi, Halil adında bir öğretmen daha vardı.
Halil Güreş olmalı. O yıllarda bu saydıklarımın dışında bizim oralardan kimseler yoktu.
Bir de Mehmet Yurtsever.
Mehmet, Yekmal köyünden Ali Mustafa’nın oğludur.
Yıllar öncesinden İzmir’e gitmiş, yerleşmiş. Seferberlik döneminde, daha çocukken gitmiş, orada kalmış.
Söke’den katır sırtında bir şeyler getirip İzmir merkezde satmış, para biriktirmiş.
İki manifatura dükkânı açmıştı. Konak’ta iki manifatura mağazası vardı.
Benimle çalışan Yekmalli çocuklar, dönmedi, İzmir’de kaldılar. İlk köken onlar.
İzmir’de kalıp, oraya yerleşen ilk köken. Mehmet Yurtsever aralarında en eskisi…
Mehmet’in Tayyar adındaki kardeşini de yanına getirmişti.
İzmir’e her indiğimde Mehmet Yurtsever’e giderdim. O ısrarla, “İzmir’e geldiğinde bana uğra” diyordu.
Ben İzmir’e gittiğimde uğruyordum yanına.
Öğretmen Eşref’in eşi Hatun Hanım, Darabi köyünden Süleyman Efendi’nin kızıdır. Çocukluğumuz birlikte geçmişti. Eşref, çalışsınlar diye iki kardeşini bana yollamıştı.
Mehmet Şerif ve Atilla’yı… Bir seferinde Eşref kardeşleriyle haber yolladı, beni evine davet etti.
Ben de on, on beş günde bir İzmir’e iniyordum. İzmir’e indiğimde bizim Nato müşavirlerinin de konakladığı Atlantis Otel’de kalıyordum.
Eşref, beni almak için otele geldiğinde NATO’nun müşavirleri ve mühendislerinin tamamı oradaydı.
Allah rahmet eylesin, Eşref geçen yıl öldü. Ben Eşref’e misafir olacağıma, onu ben misafir ettim.
Beni çok takdir ettiğini hiç unutamam.
Biz yaylaya gelelim yine. Bir çay içelim mi? Egemen..!
Hanım sevinçli ve mutluydu. Onun sevinçten kabına sığmadığı günlerde Enis Beyden bir telgraf gelmesin mi?
Enis Bey, İstanbul’da iş aldığını bildiriyor ve alelacele beni çağırıyordu yine.
Hanıma gelen telgraftan hiç söz etmedim, edemezdim.
Ben hanıma hiçbir şey demedim. Ağırdan aldım, günlerce hiçbir şey demedim.
Telgrafa da cevap vermedim.
Avuçlarım kaşınıyor, gözüme uyku girmiyor…
Aradan bir hafta daha geçti. Bir telgraf daha…
“Durma gel. Eğer sen işi al diyorsan, alalım. Alma diyorsan almam.
İşi alalım mı, almayalım mı?”
Tabi artık bir yerlere gitmeyeceğimi sanan hanım bir seviniyordu ki…
Ama, sonunda söyledim.
Dedim ki, “Hal böyleyken böyle. Enis Bey beni çağırıyor. İstanbul’da iş almış.
İstanbul’a gitmem gerekiyor. Eğer orada kalırsam, seni ve çocukları da yanıma aldırırım.
İki ay içinde…”
Bir şey demedi. Sevinci kursağında kalmıştı garibimin.
Çıktım geldim İstanbul’a. Enis Bey Suadiye’deki Suadiye Oteli’nde yer ayırmıştı bana.
Dört beş gün otelde kaldım.
Enis Bey göçmendir. Kayınpederi Atatürk’ün Baş müşaviri Ali Nazmi Bey idi.
Altan’ın evi de Çolak İsmail’in oradaydı. Altan Demirhan, Devlet Demiryolları Müdürünün oğlu…
İşi alacaksak, bu ikisiyle ortak alacaktık.
İşe bakalım dedim. İşlerin ne durumda olduğunu öğrenmek için çıktık.
Askeri şubesinin arkasında Limandar Kooperatifi vardı, Limandar Koop olarak bilinir, oraya gittik.
“İşi alalım” dedim.
İşi aldık.
Bu bizim ilk altyapı işimiz olacaktı. Altyapı işlerini bilmiyoruz.
Enis Beyin bir tanıdığı belediyede müdürdü. Bu tür işleri kimin yaptığını sormak için ona gittik.
O bize Kayserili Ahmet Salman’ı salık verdi.
“Ahmet bu işlerden iyi anlar,” dedi.
Ahmet’e gittik, konuştuk, anlaştık, işi ona verdik. İşe koyulduk.
İlk ayın sonunda Ahmet kapıya dayandı, para istedi.
Elde yok, avuçta yok. Para hemen alınmıyor ki.
Zorladı, ısrar etti. Parayı denkleştirip ilk ayı atlattık.
İkinci ay, üçüncü ay, hep aynı sıkıntı.
Kapıya dayanıyor, parasını almadan ayrılmıyordu.
Baktım olacak gibi değil, “Şunun hesabını verelim, işimizi kendimiz yapalım,” dedim.
Enis Bey de, Altan Bey de beni kırmazlardı. Ne dersem, o.
Hesabını, kitabını kestik.
Ahmet Salman, “Vay sen benim işime nasıl mâni olursun?” dedi, bağırıp çağırdı.
Ben de, “Her ay kapıya dayanıp para istiyorsun.
Hakkındır, ama biz hakkedişi almadan iki ayağımızı bir pabuca sokuyorsun.
Hakkedişleri almayı beklersen, devam edebilirsin, yoksa biz başımızın çaresine bakmak zorundayız,” dedim.
O gitti, biz bize kaldık.
Bu arada işi öğrenmişim. Bizim Bingöllü çocukları topladım, takımı kurdum hemen.
Süleyman’ı getirdim, çavuş yaptım başlarına. Süleyman demiryollarında çalışıyordu.
Ali adında bir kardeşi var, Körkan köyündendir.
O zamanlar bordur işleri elle yapılıyordu. Makine yok, tezgâh, tesisat yok.
İstanbul’a geldiğimden bu yana yedi ay geçti. Ekim ayında Üsküdar’da üç katlı bir bina kiraladım.
Köye haber yolladım. “Evi yükleyin, gönderin,” diye.
Kayınpeder, kayınvalide evi yükleyip getirdiler. Üsküdar’daki binaya yerleştik.
(…)
Cafer Yurtsever
Manifaturacı Ağa dosyasından…