2023 yılı, Türkiye için hem Cumhuriyet, hem de demokrasi ile yüzleşmeyi zorunlu kılacaktır.
Yüzüncü yıl dönümünde demokrasi ile taçlandırılmamış bir cumhuriyet kutlaması, Türkiye açısından son derece sorunlu ve tartışmalı olacaktır.
Türkiye’nin “muasır medeniyet” seviyesini belirleyecek olan ilkelerin başında demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, ekonomik teknolojik gelişmişlik olacaktır.
Bugün itibarıyla bu ilkelerden olumlu yönde söz etmek inandırıcı değildir.
Yaklaşık yüz yıldır, siyasi, sosyal, insan hakları ve özgürlükler, hukuk ve ahlak gibi dünyevi-manevi bedeli olmuş, ekonomik olarak da birkaç trilyon dolarla ancak ifade edilebilecek ağır sonuçları olan Kürt meselesi, başat ve hayati bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Kürt meselesini “bağımsız bir sorun” olarak tanımlamak ve değerlendirmek de yanlıştır. Çünkü Türkiye, otoriter ve ceberut bir yönetimi tercih ettiği ve bu sorunu çözemediği için “demokratik-hukuk devleti” olamamış ve sırf bu nedenle medeni dünyanın ve gelişmiş Avrupa’nın seviyesine çıkamamıştır.
Kurucu ilkeler (laik-demokratik-sosyal-hukuk devleti) bağlamında Türkiye, evrensel değerlerle buluşmayı ve çağdaşlaşmayı başarmamıştır.
“İrtica-bölücülük-Komünizm tehdidi-beka” gibi kurgulanmış gerekçelerle yüz yıl boyunca demokrasi ve hukuka karşı direnen bir devlet ve yönetim anlayışı hâkim olmuştur.
Oysa siyasal sorunların tamamını, ‘hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir siyasal düzen’ modeli ile çözüm yoluna koymak mümkündür. Bu alanda muhatap aranmasına da gerek yoktur.
Çoğulcu demokrasilerde ve hukukun üstünlüğüne dayalı devlet düzeninde haklar pazarlık konusu yapılmaz, hukuk devletinin bir gereği olarak herkesin ve her kesimin hakları bellidir, devlet ve siyasete düşen; söz konusu hakları hukuk ile teminat altına almaktır.
Ne yazık ki bu yapılmadı, yapılmak istenmedi veya yapılmasına izin verilmedi. Kuşkusuz dertleri sadece Kürtler değildi, asıl sorunları demokrasi ve hukuk iledir.
Çünkü otoriter-Irkçı-vesayetçi siyasal düzenleri asıl tehdit edecek, yerle yeksan edecek olan demokrasi ve adaleti tesis edecek olan hukukun üstünlüğüdür.
Başta Kürtler olmak üzere farklı etnik-din ve inanç unsurlarını birer tehdit olarak göstererek, özellikle de ‘Kürtler yararlanmasın’ diye bu yönde atılan adımlar engellenmiş, değişik dönemlerde askeri müdahalelerle bu iddiaların seslendirilmesi dahi yasaklanmıştır.
Kürtleri ve diğer farklı unsurları kuşatmayan 1924 Anayasası ile başlayan süreçten itibaren antidemokratik ve hukuka aykırı yöntem ve uygulamalarla ayırımcı, ırkçı yasalar işletilmiş, “otoriter-totaliter” bir rejim pahasına demokrasiye karşı direnişgünümüze kadar sürdürülmüştür.
Başlangıcından itibaren, en azından Kürtler 1924 Anayasası’na itiraz etmiş, “Türklük” dayatmasına karşı çıkmışlardır.
İtirazlara şiddet, baskı, tehcir ve katliamlarla cevap verilmesine rağmen Kürtlerin direnci yok edilememiş, asimilasyon politikaları da istenilen sonucu vermemiştir.
Medeni dünya, benzer sorunlarını demokrasi içinde çözmeye çabalarken Türkiye, medeni dünyaya ve demokrasiye sırtını çevirmiş, inkâr ve asimilasyonda ısrar ve inat etmiştir.
1946 yılında çok partili sisteme geçmesine ve 1950’de Demokrat Parti iktidarına rağmen Kürt meselesinde olumlu/yasal bir adım dahi atılmamıştır.
Daha açık bir ifade ile “Türklük” bir “devlet kimliği” olarak “ayrışma”, “ayırımcılık”, “ırkçılık” ve “şiddet” ideolojisine dönüşmüş, demokratikleşmenin ve hukuk devleti olmanın önünü kesmiştir.
12 Eylül Askeri Cuntası tamamıyla, 15 Temmuz süreci de kısmen aynı amaca hizmet etmiştir.
Her iki müdahale için diğer kimliklerin fazla etkilenmediği iddia edilebilir ancak “Kürtlük” kimliğinin “Türklük” karşıtı olarak daha çok geliştiğini ve etnik farklılık üzerinden giderek ayrıştığını görmemek için basiret yoksunu olmak gerekir, diye düşünüyorum.
Çözüm süreci ile istediğini alan iktidarın, yeni politikalarla Kürtleri ayrıştırmak, kutuplaştırmak, düşmanlaştırmak ve yoğunlaştıkları partiyi bölerek seçmenini sindirmek suretiyle sorunu çözümsüz kılmaya çalışması, derinleştirmekten başka işe yaramayacağını bilmesi gerekir!
Kürt meselesinde şiddet ve baskının çözüm olmadığı çok net ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren uygulanan inkâr, baskı ve şiddet politikalarının Kürtler kadar Türkiye’ye de telafisi imkânsız zararlar verdiği ortadadır.
Bugün de benzer politikalar oluşturmanın ve aynı anlayışta ısrar etmenin Türkiye’ye içerde ve dışarda, özellikle de bölgesinde bir yarar sağlayacağı kanaatinde değilim, aksine Türkiye’yi çok daha geriye götürecek ve telafisi mümkün olmayan derin bir kaosa sürükleyecektir.
PKK gerekçe yapılarak Kürtlere, Kürt siyasetçilerine, gazeteci ve yazarlara yönelik baskılar, öfke ve nefret söylemleri, gözaltı ve tutuklamalar ırkçı-resmi ideolojiyi güçlendirdiği ve politik bir avantaj sağlayacağı düşünülebilir ancak karşıtı olarak Kürt milliyetçiliğini de güçlendireceğini bilmek gerekir!
Peki, ayrışmak, kutuplaşmak Türklerin ve Kürtlerin yararına olmadığına göre kimlerin yararınadır?
Kanaatime göre demokrasi ve hukuk devleti olmayı engelleyen de bu odaklar ve işbirlikçileri politikacılar ve örgütlü dini-la dini kesimlerdir!
Kürt meselesini, Kürtler ve diğer farklı unsurlarının tamamını, Türklerle birlikte eşit halklar ve eşit yurttaşlık modeli ile çözmek neden mümkün olmasın?
Yok, şayet benim iddia ettiğim gibi Sorun Kürt meselesi değil de, demokrasi ve hukuk devleti olmaya direnmek ise ulusçu-dinbaz ve milliyetçilerin desteğinde “totaliter ve otoriter” yönetilmeye devam edeceğiz!