Müslüman coğrafyasında din-siyaset ilişkisi siyasal İslamcılarla başlamış değildir.
Hilafet geleneği ile başlamış, günümüze kadar biçim değiştirerek aralıksız devam etmiştir.
Devlet-yönetim ve siyaset, doğrudan dinin konusu olmadığı halde, coğrafyamızda inşa edilen siyasal düzenlerin tamamı dini referanslarla meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Buna en ceberut ve despot yönetimler de dahildir.
Her alanda olduğu gibi, elbette dinin yöneticilerden ve siyasetçilerden de talebi vardır; bu taleplerin başında adalet-emanet-hukuk-hakkaniyet-ahlak-liyakat ve ehliyet gibi ilkeler gelmektedir.
Bu ilkeler temelinde kurulan yönetimler, yine de dini veya din adına değil, İslam’ın çizdiği genel çerçeve açısından doğru yönetimlerdir.
Evrensel olarak medeni yönetim ve siyasetin meşruiyeti de bu ilkelere bağlıdır.
Bu durumda yönetim ve siyaset; biat-itaat-sadakat-teslimiyet işi olmadığı gibi keyfilik, kifayetsizlik, dinbazlık, düzenbazlık da değildir.
Ne yazık ki Müslüman coğrafyasında siyaset ve yönetimde liyakat ve ehliyet yerine itaat ve biat esas alınmıştır.
İtaat da istibdada, adaletsizliğe, otoriter yönetimlere yol açmıştır.
Güncelleştirmek gerekirse; Osmanlı’nın çöküşü de cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılmamasının nedeni de itaatin esas alındığı istibdat yönetim anlayışıdır.
Esas olarak Osmanlı’nın çöküş nedeni de cumhuriyetin kuruluş dinamiği de din değildi.
Ancak tartışmanın odağında hep din olmuştur. Çünkü iki yönetim anlayışında da siyasal araçlardan en etkili olanı dindir.
Osmanlı siyasetinden farklı olarak büyük umutlarla cumhuriyetle geliştirilen siyaset; dini daha çok yozlaştırdığı gibi Müslümanları da daha çok dinbazlaştırmıştır.
Osmanlı’nın, hilafet sistemine rağmen, cumhuriyet sisteminden daha laik ve seküler bir yönetime sahip olduğu iddia edilebilir.
En azından devlet eliyle çoğulcu topluma tek bir din veya mezhep dayatılmamış, dini ve etnik çoğulculuk korunmuştur.
Esas itibarıyla Türkiye’nin Müslümanlaştırılması projesi İttihat ve Terakki ile başlamış ve “laik cumhuriyet!” ile zirveye ulaşmıştır.
Bu süreç içerisinde ulus devletin inşası için istibdat yerine, gayrimüslimler ve farklı etnik unsurlar ‘düşman’ olarak seçilmiştir.
Böylece dini ve etnik çoğulculuk yok sayılmış, hilafet sistemi ve devletin dini aidiyeti kaldırılmasına rağmen devlet ve toplum düzenini dinselleştirme politikaları hız kesmeden devam etmiştir.
Oysa modern cumhuriyet seküler bir düzendi ve laikliği esas alıyordu.
Türkiye’de ise din-siyaset, din-devlet ayrışması iddiadan öteye geçmemiştir.
Laiklik uygulanmamış ancak laiklikle dine biçim verilmiş ve din; devlet ve siyasetin aracı haline getirilmiştir.
Dergahlar, ocak ve zaviyeler kapatılmış ancak tarikat ve cemaat yapılanmaları desteklenmiş ve güçlendirilmiştir.
Devleti yönetenlerin, bürokratların, kamu çalışanlarının, hatta siyasetçilerin ve toplumun dini hayatına müdahale edilmiş ancak devletin bir kurumu olarak Diyanet ile de bir “din düzeni” kurulmuştur.
Bir taraftan medreseler kapatılmış, eğitim kurumlarında Kur’an ve din dersleri kaldırılmış, diğer taraftan imam hatip okulları, yatılı Kur’an kursları açılmıştır.
Cami cemaatine “yobaz” ve “gerici” denmiş, ancak Köy Kanunu’nda cami zorunlu kılınmıştır.
Bazı dönemlerde devlet eliyle camiler dahi inşa edilmiştir. Hızını alamayan devlet, özellikle 12 Eylül askeri rejimde Alevi köylerine dahi camiler inşa etmiş ve Diyanet tarafından görevli atanmıştır.
Merhum Necmettin Erbakan Hoca, yurt dışından getirilerek şeriatçı bir parti kurdurulmuş, daha sonra irtica gerekçesiyle partisi kapatılmıştır.
En önemlisi de 28 Şubat süreci ile başörtüsü yasağı başta olmak üzere, dini hayata ilişkin alanlarda baskı oluşturulmuş, yasaklar getirilmiş, binlerce yurttaş irtica gerekçesiyle mağdur edilmiş; ancak AK Parti iktidarının da yolları döşenmiştir.
AK Parti iktidarında siyaset-cemaat iş birliğine ve dinbaz politikalara alan açılmış, ihtiyaç olmadığı halde gereksiz minarelerle binlerce cami inşa edilmiş, yüzlerce imam hatip liseleri açılmış, cemaat ve tarikat külliyeleri desteklenmiş, Diyanet devasa bir kuruma dönüştürülerek dinbazlık adeta devletin resmi dini haline getirilmiştir.
Bugün kaset yeniden baştan sarılmak istenmektedir. Din, yeniden siyaset üzerinden tartışılmakta ve kimin, hangi grup ve partinin dinle daha yakın ilişkisi olduğu ispatlanmaya çalışılmaktadır.
Kimin daha adil, ahlaklı, ehliyetli olduğunu tartışmak yerine kimin daha dindar ve daha iyi bir Müslüman olduğunu tartışıyoruz.
Şüphesiz bu durum, din-siyaset ilişkisini derinleştirerek muasırlaşmayı, demokratikleşmeyi, hukuk güvencesinde çoğulcu ve eşit bir toplum olmayı önlemektedir.
Ne yazık ki ahlaki ilkelerin tamamıyla dışlandığı siyaset mücadelesinde Osmanlıcılık, dindarlık/Müslümanlık iddiası da cumhuriyetçilik, devletçilik iddiası da ancak istibdada hizmet etmektedir.
İstibdadın en önemli dayanağı da din-devlet, din-siyaset ilişkisini düzenleyen dinbazlık, yani İslamsız Müslümanlıktır.