Nadya’nın Çığlığı’nı “Bir yüzleşme çağrısı” olarak değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yapan yazar Hasan Eser’in “Korona Sürecinde Hapishane Gerçeği”, “Baykuşlar Çetesi”, “Kayıp Tarih Masıla” eserlerinin ardandan “Nadya’nın Çığlığı” kitabı okuyucularla buluştu.
Bingöllü Yazar Hasan Eser, ‘Nadya’nın Çığlığı’ kitabının sözlü tarih ve kurgunun iç içe geçtiği Kayıp Tarih Masıla’nın bir devamı aslında. Daha doğrusu, eksik kalan yanlarının gün yüzüne çıkarılması aynı zamanda. Bir muhasebe, bir özeleştiri, yakın tarihin karanlık tarafına tutulan bir projektör. Hemen her yerleşim biriminde, hemen her hanede anlatılan “Ermeni gelin”, “Ermeni evlatlık” hikayesine daha gerçekçi ve yer yer en derinlerdeki hücrelere kadar ürperten yalınlıkta ve keskinlikte bir dokunuş.
Yazar, kitap boyunca okuyucuyu metaforik ve gerçek anlamda bir yolculuğa çıkarıyor. Kadim Kürdistan coğrafyasının bir kesitinde halkın doğayla nasıl mücadele ettiğini, nasıl uyum içinde iç içe yaşadığını; dağının taşının, börtü böceğinin doğa-insan bütünlüğü içinde nasıl yaşanır kılındığını çıkardığı yolculukla sayfalara taşıyor. Güneşi doğuran kadının kutsallığıyla, kadim toprakların güzelliklerini resmediyor.
Ancak çıkardığı yolculuğun diğer tarafı, doğa-insan bütünlüğü kadar yalın ve apaydınlık değil. Osmanlı’nın son zamanları, soykırım yılları… Birbirine düşürülmüş halklar… İnançları nedeniyle birbirine yabancılaştırılmış komşular… Yoksulluğun insanı insan olmaktan çıkardığı dipsiz kuyu… Tüm bunların kesiştiği noktada, Weysi’nin para ile satın aldığı, daha doğrusu esir ettiği Nadya…
Nadya’nın Çığlığı, bir yüzleşme çağrısı. Yazar Hasan Eser’in söylediği gibi, “Mazlum kardeş halkın ahı, din yanılgısı, kardeşlerin ihaneti. Kan cellatları, zulme uğrayan kadının bedduası. Merhamet timsali emsalsiz Kürd kadını Asiye’nin rüyası, meşe dalı kudret helvası. Weysi’nin son pişmanlığı, karanlık dünyası. Hıdır’ın intikam yemini, yitik medeniyetin kayıp Tanrıçalar laneti… Hümanizmin egemen olduğu sevgi ve barış içinde daha adil ve yaşanabilir bir dünya dileğiyle” temennisi.
AYNI TOPRAĞIN ÇOCUKLARININ ARDINDAN YAŞANANLAR
“’Bunların tamamı Ermenilerden arta kalan mallar, öldürdüklerimizin üzerini arar ne çıkarsa bunlara el koyardık. Çoğu zaman üzerlerinden pek bir şey çıkmazdı, bizden önce soyulmuş ya da soyulacak korkusuyla bir kısmını yanlarına almayarak saklamış ve kaçırmışlardı. Bizim payımıza pek bir şey kaldığı söylenemezdi, cesetlerin üzerinde çıkanları toplar başındaki miralaylara verirdik. Bir kısmı Osmanlı paşalarına pay edilir kalanı ise kendilerine alırlardı. Arada ganimet iyiyse bize de ufak tefek bir şeyler verilirdi. Tabi bazen süvariler, miralayların yokluğundan yararlanıp ölülerin üzerinden çıkanları kendi aralarında pay ederlerdi. Ben de bu yolla birkaç değerli parça ve bir miktar nakit edindim. Onların hepsini sırf bu kadın uğruna kendi ellerimle kaptırdım, geriye sadece küçük bir hançer kaldı.’
“Weysi’nin anlattıkları üç gözlü evin karanlık küçük arka odasında yankılanıyor, eşi benzeri olmayan bir işkenceye dönüşüyordu. Zavallı kadın, bedensel acıları yetmiyormuş gibi bir de ruhsal şiddette maruz kalıyordu. Çünkü akşamdan beri anlatılanlar, kıyıma, yıkıma, talana uğramış kendi halkının, dahası tanıdıkları, arkadaşları, sevdikleri ve ailesinin vahşete maruz kalan gerçeğiydi…”
Yazar, kitabına son noktayı koymuyor. Ve Nadya’nın serüveni devam edecek. “Demek ki, yüzleşmek için hala bir şansımız var” diyor.