Kral dedi ki: “Peki, ben ihsan edici oldum diyelim; mutlu olabilecek miyim?”
Çoban, mutluluk sırrını verdi: “Sen ihsan etmek istedikçe mutluluğun kapısı sana açılacak fakat tamamen açmak için iki eksiğin var: Biri yakınındaki dostların, diğeri de insan sevgisi.”
Mesleğini İsviçre’nin Zürih kentinde sürdüren Psikiyatrist ve Psikoterapist Dr. Fikret Zengin‘in “Doğaya dön, kendine dön!” sloganıyla başlattığı gezi programına beni de davet etmesi üzerine ilk aklıma gelen şey, “Biz şehirliler, doğadan kopalı kaç zaman oldu? Niçin koptuk ve koparıldık parçası olduğumuz o güzelim tabiat ortamından?” sorusu oldu.
1963 Birmingham doğumlu İngiliz çağdaş sanatının önemli ismi olan Gillian Wear’e ait şöyle bir tümce okumuştum:
Everything is connected in life the point is to know it and to understand it.
(Hayatta her şey birbiriyle bağlantılıdır. Mesele onu bilmek ve anlamaktadır.) 1
1997 yılında Turner Ödülü kazanan İngiliz kavramsal sanatçısı Gillian Wearing, Londra’daki Kraliyet Sanat Akademisi’ne ömür boyu üye seçilen (2007’de) bir kadındır.
Wearing, der ki:
Daima insanlar hakkında yeni şeyler öğrenmenin farklı yollarını aramakla meşgulüm. Keşfettiklerimle birlikte kendimi de keşfediyorum.
O halde bu geziye katılmakla hem doğanın güzelliklerini hem de insanları tanıyacak, bu sayede kendimi de keşfetmiş olacaktım. Nitekim de öyle oldu.
Gezi güzergâhımız Bingöl Karlıova-Yedisu-Perisuyu vadisi olduğundan, ön hazırlık için bu yörenin doğal hayatı hakkında ne bulabilirim diye arama yaptım.
Karşıma, “Gurbet Şairi” diye bilinen Kemalettin Kamu’nun (1901-1948) dizeleri çıktı:
Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun…
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla
Karıştım o gün, bugün o zavallı çobanla
Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına…
Belki de bir çobanla hiç karşılaşmamıştır Kamu ama onunla özdeşleşerek yazmıştır bu dizeleri.
Çünkü şair, “Arzu başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek/Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al!” diyerek 1946’da milletvekili seçildiği Erzurum’dan düşmüştü Bingöl yollarına.
Biz de onun gibi yapıp doğa terapisi adına düştük şehirlerden uzak aynı yollara…
Doğasıyla bütünleşmenin önemini anlatabilmek için, ilk önce yöre hakkında ön bilgi vermeliyim.
Bingöl, Türkiye’de Doğu Anadolu Bölgesi’nin Yukarı Fırat bölümünde yer alan bir şehirdir. Doğusunda Muş, kuzeyinde Erzurum ve Erzincan, batısında Tunceli ve Elazığ, güneyinde ise Diyarbakır ile çevrilidir.
Adaklı, Genç, Karlıova, Kiğı, Solhan, Yayladere ve Yedisu adlarında toplam 7 ilçeye sahip olan Bingöl, denizden 1151 metre yükseklikteki Çapakçur ovasının kuzeybatı köşesine hâkim bir düzlükte kurulmuştur.
Murat suyuna Genç ilçesi civarında kavuşan Göynük suyunun bir kolu buradan geçer.
2021 yılı verilerine göre toplam nüfusu 283 bin 112 olan Bingöl, çoğunlukla halk arasında Zaza diye tanımlanan ahalinin yaşadığı bir ildir.
Bu yerleşim birimi tarih boyunca sırasıyla şu isimleri almıştır: Cebel-i cur, Çapakçur, Sirmanç, Çevlik/Çolik ve Bingöl.
Mıntıka, ortaçağdan buyana Çapakçur ya da Çabakçur diye bilinmektedir. Çabakçur kelimesinin aslı, “Cebel-cur” olup, zamanla Çapakçur şeklinde telaffuz edilmiştir. Çapakçur ise “akan su” anlamına gelir.
Eski çağda Abus (Abos) Mons adı ile Aras nehrinin doğduğu yer olarak bilinen Bingöl, dönemin Ermeni coğrafyasında “Sirmanç” diye anılır. Ortaçağ Arap coğrafyacıları, Bingöl adını Cebelicur şeklinde veriyorlar.
Ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi‘ye göre Makedonyalı Büyük İskender (İskender-i Zilkarneyn), yörede yaptırdığı bir kaleye Çapakçur adını vermiştir.
Ortaçağ Arap coğrafyacısı Muhammed bin Şemsiddün Maqdisi (d. 946-47), bu kelimeyi “Ab-ı hayat” (Cennet Suyu/Ölümsüzlük Suyu) olarak kayda geçirmiştir.
Ayrıca, Bingöl’ün Çapakçur adını bu yüzden aldığını da belirtir.
Bir başka rivayete göre; Çapakçur kale ve çevresi sarp kayalıklar üzerine inşa edilmiş; ancak iskâna elverişli olmadığından ahali dere yatağındaki Çorlik’e nakledilmiştir.
1945’te resmen Bingöl adını almadan önce Cumhuriyet devrinde bile kullanılmakta olan Çolig, Çevlik, Çorlik veya Çolik isminin anlamı “bağ bahçe” olup, günümüzde de kullanılmaktadır.
Bu isim, yörede yaşamış olan Ermenilerin dilinde “Çapağçur” diye telaffuz edilmiştir.
Efsaneye bakılırsa: Susuzluk çeken ordunun bir kolu, su aramak için dağa çıkıp güzel bir su bulmuşlar. Bir dahaki sefere kolay bulunması için de suyun yanına bezden bir işaret koymuşlar.
Birliklerine dönen askerlerin yerine giden diğer bir kol, su içmek için dağlara tırmanmaya başlamış.
Bingöl-göletler üzerinde yüzen adalar / Fotoğraf: On5yirmi5 gençlik sitesi
Başlarındaki komutan bir tepeye çıkıp yüzlerce gölü aynı anda görünce, “Burası bir değil, bin göl” demiş. Bingöl isminin kaynağı buymuş. 2
Efsanenin farklı anlatımlarına da bakalım:
Bir zamanlar bir avcı, Doğu’da göllük bir yerde keklik vurmuş. Kanlı kekliği göllerden birinin sularında yıkamış. Torbasına atıp köyüne dönmüş. Eve gelip torbayı açınca keklik kanatlanıp uçmuş. Avcı, kekliği yıkadığı suyun ‘Ab-ı Hayat’ (ölümsüzlük suyu) olduğunu anlamış… Koşmuş yeniden dağlara… Bütün gölleri gezmiş, bütün suları tatmış ama bulamamış ölümsüzlüğün sırrını saklayan gölü… Ahali de o günden beri arar dururmuş. Lakin Tanrı, iksiri saklayan göl bulunmasın diye, bin tane göl yaratmış oralarda… O yüzden de oraya kurulan kentin adı Bingöl olmuş…
Ortaçağ tarih ve coğrafya uzmanı Suriye-Hama doğumlu Yakut El Rumi (El Hemawi), Bingöl’ün eski isimlerinden birini kitabına kaydetmiştir: Cebel-ul Cur. Arapça Cebel dağ, Cur ise akan anlamındadır. Bu kelimenin zamanla Çabakçur şeklinde telaffuz edilme ihtimali kuvvetlidir.
Çabakçur ise akan temiz su anlamına gelir. Evliya Çelebiye göre bu isim Büyük İskender tarafından verilmiştir. Rivayet odur ki, Büyük İskender vücudundaki dayanılmaz ağrılardan (ve başındaki çift boynuzdan) kurtulmak için nice hekimlere başvurduğu halde şifa bulamaz. Bunun üzerine Ab-ı Hayat (ölümsüz hayat) suyunu aramaya başlar. Uzun aramalardan sonra o sudan içip dayanılmaz ağrılarından kurtulur.
İskender, faydasını gördüğü bu suya ‘Makdis lisanı’ üzerine cennet suyu anlamına gelen Çabakçur adını verir. Doktorlarına, ‘sizlerin çare bulmadığınız ağrılarıma Tanrı cennet ırmaklarından deva verdi. Burada benim adıma bir kale yapın ve adını Çabakçur koyun der… 3
Halk etimolojisi denilen bir isimlendirmeye göre Bingöl, Kürt dilinde “behn gul” veya “bin gul” (gül kokulu/gül kokan) yer manasına gelmektedir.
Bu kısa girişten sonra doğayla iç içe yaşayan yöre insanlarının tabiat olaylarını ve varlıklarını nasıl anlamlandırdıklarına da bakalım:
Yöredeki birçok insan ağız birliği etmişçesine, kem gözü ve nazarı kuvvetli birinden bahsederek yaşanmış olaylar üzerinden bize örnekler verdiler.
Bu konuda alan çalışması yapan akademisyen Yılmaz Irmak’ın tespitleri ise oldukça ilginçtir:
Bingöl’de nazardan korunmak için nazar muskası, nazarlık ve nazar boncuğunun kullanılması, evlerin kapısına at nalı, sarımsak ve delikli taş gibi nesnelerin asılması, çocukların yüzüne is sürülmesi, ağaçlara süs eşyası asılması, kurban kesilmesi, ayet ve dua okunması gibi uygulamalara başvurulmaktadır.
Yörede; nazarı önlemek için bir akrebin bacağı koparılarak bir kutuya konulur ve üzerine bir dua okunduktan sonra evin gizli bir köşesine saklanır… Bir kişide nazar olduğunu anlamak için bir kovanın içindeki suya bir miktar soba külü dökülür. Bu kül suda çözülürse o kişide nazar olmadığına, eğer çözülmez ise nazar olduğuna inanılır.
Bir kişinin dili burnunun ucuna değiyorsa o kişinin nazarının değdiğine inanılır. Nazar değmesin diye çocukların elbiseleri ters çevrilir. Kem gözlü olduğu düşünülen bir kişi yakın bir yerden geçerse vücudun herhangi bir yerine çimdik atılır ki; o kişinin nazarı değmesin.
Eve gelen konuklardan birinin nazarı olduğuna inanılırsa, o kişinin ayakkabıları ters çevrilir. Düğünlerde geline nazar değmesin diye gelin tarafından kapıya yumurta fırlatılır, yerde bardak veya çömlek kırılır. Kem gözlü olduğuna inanılan bir kişi sürünün yanından geçerse o kişinin nazarından korunmak için çoban hemen onun ayak izlerine işer.
Eve nazar değmemesi için kaplumbağanın kabuğu kapının üstüne asılır. Nazardan korunma yollarından biri de bir sincabın öldürülerek kurutulması ve evin duvarına asılmasıdır…
Hayvanlara nazar değmemesi için dağdağan ağacı yeşil bir beze sarılarak ahıra asılır. Nazarın süt ürünlerine değdiğine de inanılır. Bundan korunmak için sütün kaynatıldığı sobanın içine tuz atılır… 4
“Kem göze inanma ve nazar etme olayının sadece Bingöl çevresine ait olduğu da sanılmasın. Anadolu’nun, Ortadoğu, Asya, Afrika ve Amerika’nın birçok yerinde oldukça yaygındır.
Bingöl ahalisi, göğe yakın olduğundan yüce dağları da kutsal kabul eder. Keza dilekleri tutanlar, şifalı olduğuna inanılan Şehidê Deştê ziyaretindeki bir çeşmeye gidip suyundan içerler. Kurban keserler. Mezarın üstündeki küçük çalılığa ve mezar taşına ip ya da bez parçaları bağlarlar.
Bölgede ikamet eden Alevi Zazaları, Karer Baba Ziyaretinden getirdikleri taş ve ağaç parçalarını teberrik (uğurlu, şifalı) kabul ederler.
Cuma akşamları eve getirilen ve konuldukları yerin aydınlatıldığı bu teberrikler, özel bir torba içinde saklanır. Bu teberrikler hasta olan kişinin başına asıldığında onun şifa bulacağına inanılır.
Çocukları olmayan kadınlar yöredeki türbelere giderek dua eder ve burada uyurlar. Türbede uyuyan kadınların uyandıktan sonra dualarının kabul olunacağına, bir türbenin eşyasını alan kişinin ise çarpılacağına inanılır.” 5
Anadolu’da Hz. Ali kültüne bağlı birçok halk inancı oluşmuştur. Bu hususta hayvan kültünün (kutsamasının) izlerine ilaveten Hz. Ali kültünün izlerini de bulmak mümkündür.
Yöredeki hayvanlarla ilgili inançlardan bazıları da Alevilik ve Bektaşilik ile ilgilidir.
Bingöl’de hayvanlara dair inançları şöyle sıralayabiliriz:
Bingöl halkının canlı cansız her bir varlıkla birlikte yaşayarak edindiği inanç, efsane ve hikâyeleri “Bingöl Halk İnançları ve Uygulamaları” başlığı altında derleyip yazan Bingöl Üniversitesi Öğretim üyesi Dr. Yılmaz Irmak’ın alan çalışması pek çok yönüyle oldukça ilginçtir.
Bu hususta birkaç noktaya işaret etmeliyim:
Her şeyden önce yukarıdaki inanç ve kavramsallaştırmalar, farklı anlatım, ayrıntı ve boyutlarıyla Anadolu, İran, Mezopotamya’da yaşayan halklar arasında da bolca mevcuttur.
Dolayısıyla Irmak’ın ağırlıklı olarak incelemesine dayanak yaptığı Yaşar Kalafat ve İbrahim Kafesoğlu ve benzerlerinin bu inançları salt Türklere mahsusmuş gibi göstermeleri sosyokültürel ve antropolojik açıdan yanlıştır, eksik bir anlamlandırmadır. Dahası, Türk-İslam sentezi bağlamında tek yanlı bir değerlendirmedir.
Emekli Banka Müdürü Hasan Bey ile arkadaşı Dr. Fikret Zengin, Fırat nehrine akan ilk kaynağın başında
Gelelim kendi deneyimlerimize…
Gezimiz sırasında konakladığımız Karlıova’ya bağlı Tuzluca (Şorika Jorê) köyünün Mikail mezrası (Goma Mikail) ile çevresindeki kırsalda pek çok şey gördük.
Çiftlikteki taş masada ve çeşme başında arkadaşlarla otururken ağaca tırmanan kırmızımsı ince uzun bir yılana rastladık. Yaklaşık 2 kilometre aşağıdaki konağın çevresinde de bir benzerini görüntüledik.
Akşam gezisinde çiftlikteki bir su ağzında yaşlı bir kaplumbağa ile karşılaştım. Evin düzayak balkonundaki yemek artıklarını kapmaya gelen boz tilki özellikle dikkatimi çekti.
Çiftlik eviyle yakından ilgilenen Vedat Zengin, tilkilerin gelip evdeki insanların elinden yemek yediklerini söyledi.
Çiftlik evinin balkonunda bazı davetliler
Sabah saatlerinde karşı tepede öten keklik sesleri eşliğinde kahvaltı yaptık. Yedisu gibi ağacı bol yörelerde sincaba da rastladık. Varlığından haberdar olduğumuz dağ keçilerine ise ulaşamadık.
Mikail mezrasında yayılan birkaç at görülmeye değerdi. Eski zamanları, bilhassa köy kökenli bizlere geçmiş güzel günleri hatırlatıyordu.
Mezra çayırında atlar
Bir anda, Yaşar Kemal’in dillendirdiği, “O güzel insanlar, güzel atlara binip çekip gittiler…” sözü aklıma geliverdi.
Mezrada resmi yapılmaya değer görüntüler, pitoresk manzaralar vardı ve biz o tablonun içindeydik. Karşı yamaçlarda sürü otlatan çobanlar “mutluluğun resmini ve bilgisini” sanki bize aktarıyorlardı.
Yanına gittiğim bir çoban gayet güleç yüzlüydü ve bizlere sual eyledi. Otlar arasındaki yılanlara dikkat etmemizi söyledi. Ben de yılanın nasıl ve nerede olabileceğine dair bilgi verdim.
Bu sırada Dr. Fikret Zengin, yılan korkusu ve paniği olan yeğeni Sevda ile Diyarbakır’dan gelen Ayfer Hanımlar için korkuyu yenme seansı uyguluyordu.
Çiftlik arazisinin yüksek tepesinde Dr. Fikret Zengin gözetiminde bir terapi seansı, Hürriyet gazetesinde yayımlandı
Hiç inek görmedik ama koyun ve keçilerle epeyce karşılaştık. Yavrularını emzirirken, otlarken, yamaçlara tırmanırken ve akşam yatısına gelirken onları hayranlıkla izledik.
Manzara, köy kökenli olan benim gibi kişilere eski güzel günlerini hatırlatıyordu. Kimimiz kuzu otarmış, kimimiz de koyun-keçi gütmüştük. Beri (sağım) için gelen koyunların melemeleriyle, kuzuların emişme sesleri yaşadığımız yılların burnumuzu sızlatan anılarını tetikliyordu.
Kargalar, alacakargalar yanı başımızdaki ağaç ve çatılardan hiç eksik olmuyorlardı. Köydekiler ise, bu yıl mezradaki tavşanların sayısının arttığından bahsediyorlardı.
Not: İkinci bölümde Karlıova Mikail mezrası çevresindeki yaylalar ile Yedisu-Peri Suyu vadisindeki gezi izlenimlerimizi ve Dr. Fikret Zengin’in doğal ortamda uyguladığı meditasyon, terapi ve bilgilendirme etkinliklerini ele alacağım.