Ellerine baktım yaşlı adamın. Parmaklarına… İlk kez bu kadar yakından, ekrana bakar gibi değil, aynadan kendime bakar gibi baktım.
Ayaklarımın altından küçük taşlar kayıyor; gözlerimin önünden küçük dereler akıyor, gölge dolu yamaçlar geçiyor; yüreğimde çocukça kıpırtılar… Düşlerimizi ne zaman kurduğumuzu, nereden nereye taşıdığımızı ve nerede batırdığımızı umursamaz bir ruh haline yenik düşmeye yakın…
Söğüt dallarından sepet örmüş adamlar hatırlıyorum çünkü. Davar sürüsünü oğlundan önce dağa çıkaran sığırtmaç çocukların annelerini biliyorum. Sığırtmaç oğlu birkaç dakika daha uyusun, dinlensin diyen anneler…
Peşinden sürünen rengarenk entarileri, bele bağlanan ve kenarları kalçalarına kadar sarkan şalları ile rüzgar halkaları gibi esip gürleyen yayla kadınlarının arkasından ağlayan çocuklardan olduğumu hatırlatan bir şeyler var ellerine baktığım adamda…
Yanaklarını gülücük rüzgarıyla doldurup torunlarına teslim eden bu adamda, ellerimi kelepçelemeye yetecek kadar giz var.
Ama çıkaramadığım, çözemediğim.
Salınmak yerine, bir salıncağın tepesinde oturmuş, kum tanesine andıran gözbebeklerini cama benzetmeye çalışan; gözlerini açıp kısarak izini sürdüğü ufka, yorulmak nedir bilmeyen bir telaşla sürekli yer değiştiren bulutlara ve bir görünüp, bir kaybolan kuşlara aldanıp hayaller kuran bir çocuk değilim artık.
Değilim ama, bu adama baktığımda nedense dizlerine dikenler batmış, sümüklü, elleri yara bere içinde, yüzünde kirden halkalar döşenmiş bir çocuktan haberler vermek için bir mikrofona veya kaleme kağıda ya da tuşlara uzanmak geçiyor aklımdan.
Elimin altında değillermiş gibi.
Bu yaşlı adamın ceplerinde kenger sakızım, patpat tabancam, el fenerim, leblebilerim kalmış olabilir mi?
Bir düğünde, uzak yerlerden at sırtında kız almaya gelen, yayla evinde şen şakrak daldan dala seke seke konuşan; naz ede ede, kaş altından baka baka yerli erkekleri görmezden gelen oğlan tarafın kadınlarına leblebiler atarak, onları baştan çıkarmayı deneyen ve onların arasından en alımlısına ve en güzeline, “Sizin damdan leblebi yağıyor” dedirten bu yaşlı adamın ellerine iplik iplik dökülerek yağan bir yağmurdan sonra taze taze, tiril tiril kokan toprak bulaşmış sanki.
Benim bu günkü yaşımdayken, bir cem töreninde uzaya davet çıkaran dedenin veya pirin çağrısına kanarak Zerdüşt huşusuyla ortaya akan babasının eteğinden tutup, onu yerine mıhlayan adam, bu adam olmazdı yoksa.
***
Bu adamlar özgürlük heykelini beraberlerinde taşırlar; gittikleri yere onu da götürürler. Şapkaları, ceketleri, hırkaları ve sözleri gibi. Sevgiyi güven kantarında tartmazlar; akıllarından geçmez bu. Kadınlarıyla 40 yıl, 50 yıl, 60 yıl yastık kılıfı değiştirmekle geçer ömürleri. Bir elin parmakları kadar çocukları vardır. Bütün kadınları severler ve koroner rahatsızlığı olan bir kalple dolaşırlar.
***
Bu adam şimdi burada İstanbul’da. Geçtiğimiz Salı günü anjio oldu. Önümüzdeki Çarşamba günü de kalbine giden damarlarına Columbia Presbyterian Tıp Merkezi, Kardiyotorasik Cerrahi Bölümü Şefi ve Columbia Üniversitesi Calvin F. Barber Cerrahi Profesörü Dr. Craig R. Smith’in, “Maden ocağının duvarlarının çökmesini önleyen iskele”ye benzettiği stentlerden 2 tane takılacak.
Anjio olduğu gün Çekmeköy’de oturan amcamlarda kendisine yatak hazırlanmış, hastanede 6 saat kalacağı yerde, kanama riski olduğu için 4 saat fazladan bekletildikten sonra, ancak akşam saat 8:00 sularında evin basamaklarında görünmüştü, yanında kardeşi Ali ve torunu Emrah ile.
***
Saatler sonra müsaade isteyip gideceğimizi söylediğimde bütün ev halkı odayı boşaltıp girişe yığılınca, az önce kendisi için hazırlanan yatağa uzanmış, yorganı üzerine çekmiş, uyuyakalmış yaşlı adamla baş başa kaldım. Sağ eli yorganın dışına taşmıştı. Başına dikelmiş, uyandırmadan, uzaktan el sallayarak vedalaşalım diye düşünürken gözlerini araladı.
“Baba biz gidiyoruz” diyerek açıktaki yaşlı eline uzandım aceleyle.
Elini kaldırdı. Öptüm, başıma koydum ve geri çekildim. Odadan çekip gideceğim, elimden çekti;
“Gel öpeyim” dedi başını yastıktan kaldırır gibi yapıp, ama kaldırmadan.
Tereddüt içinde yanağımı uzattım, öptü. Elim başına gitti kendiliğinden, yaşlı adamın saçlarına dokundum. O değil de, ben onun babasıymışım gibi başını okşadım.
Kendimi dışarı attım. Dışarısı ılıktı, yağmur yağıyordu hala.
Cafer Yurtsever, Anılar dosyasından…