Müslümanlar olarak 21’nci yüzyıla “11 Eylül Olayları“ olarak tarihteki yerini alan ikiz kulelere yönelik terör saldırısı ile utanç içinde girmeyi başarmıştık!
Oysa Afganistan ve Irak başta olmak üzere işgallerin ve katliamların en büyük utancı ABD, İngiltere, Sovyet Rusya ve müttefiklerine aitti.
Soykırım, katliam, tehcir gibi insanlık suçlarının kaynağı olarak bilinen Batı, bu olayı gerekçe yaparak sömürdüğü, yağmaladığı Müslüman coğrafyasını “terör” üzerinden yeni “düşman unsur” olarak hedefe koymaya başladı.
Siyasal ve ekonomik istikrarsızlığı aşamayan, yoksulluk, cehalet ve geri kalmışlığını gideremeyen, otoriter rejimlerin hakim olduğu bir coğrafyadır Müslüman coğrafyası!..
Etnik, dini, inanç ve mezhep farklılıklarıyla ayrışan coğrafyamız, hem “terör” için hem de “düşman” olarak tanımlanmak için her türlü koşullara zaten sahipti.
İleri savaş teknolojisi karşısında “piyade tüfeği ve kılıç” ile savaşılabileceğine inanacak kadar ilkel bir inanca, akıl dışı bir anlayışa ve karanlık bir cehalete mahkûm olmuş bir toplumdan, başka ne beklenir ki?
Batı’nın işgal ve katliamları sonucu “cihat ve şehadet” hamaseti ile kolayca provoke edilebilecek cahil ve öfkeli nesiller de peş peşe yetişiyordu.
Bölge devletleri, siyasal iktidarlar, milli ve dini siyaset de bu cehalet ve hamasetten yararlanıyor ve hâkimiyetini tesis ediyordu.
Gerçeği ifade edersek, coğrafyamızın toplumsal yapısı, Küresel güçler için olduğu kadar yerel otoriter iktidarlar için de istismar edilmeye, sömürülmeye, provoke edilmeye uygun bir tablo sunmaktadır.
Buna imkân veren en önemli neden cehalettir, diye düşünüyorum. Cehalet, dini ve milli hamasetin de en önemli dinamiğidir. Çünkü cehalet; sorgulamaz, araştırmaz, sadece inanır ve yargılar. Karl Marks’ın ifadesiyle;
Cehalet, ayrıcalıklı sınıfın elinde ustaca kullandığı bir silahtır.
Cehalet zemininde sağlıklı nesiller yetişmez ve sağlıklı bir toplum oluşmaz. Bu zeminde ancak hastalıklı bir toplum hayat bulur. Hasta toplumlar da, jakoben devletlerde yaygın olur. Jakoben olmayan tek bir Müslüman ülke biliyor muyuz?
Batı’nın hiçbir müdahalesi söz konusu olmasa dahi hastalıklı toplumlarda ve jakoben devletlerde şiddet, terör, çatışma, kan, talan, yağma kaçınılmaz bir sonuçtur.
Buna göre ifade etmeliyim ki, şiddet ve terörün toplumsallaşması, yaygınlaşması dini ve milli hamaset ile desteklenmesi, toplumsal, siyasal, dinsel ve tarihsel kültürümüzün bir sonucudur.
Esas itibarıyla Müslümanlar olarak ‘İslam‘ olmayan ancak “İslam” olarak adlandırılıp inandığımız din, sahip olduğumuz kültür, cihad ve Fetih bilincimiz, tarih ve ecdat geleneğimiz şiddet, savaş ve terör üretmektedir.
Ayırımcılık, adaletsizlik, otoriteryenizm, yoksulluk, cehalet, milli ve dini hamaset bu geleneğimizin sonucudur.
Ne yazık ki Müslümanların “Batı düşmanlığı” işgal, yağma, talan, sömürü ile sınırlı değil, bunların kisvesi altında çağdaş değerlere düşmanlıktır.
Müslümanlar arasında siyasi ve dini yapılanmaların neredeyse tamamına yakını söz konusu düşmanlıktan beslenmekte ve hayat bulmaktadır.
11 Eylül sonrası Batı toplumlarında Müslümanlara karşı oluşan korkuyu “İslamofobi” ile açıklamak hiç de gerçekçi değildir.
İslamifobi, batılı ve Müslüman politikacılar ile dinbaz kesimlerin karşılıklı beslendiği politik bir stratejiden ibaret olduğunu düşünüyorum.
Batı toplumlarının korktuğu İslam değil, siyasallaştırılmış ve çağın değerlerine savaş açmış Müslümanlıktır. Buna itiraz etmek hiç de kolay değildir.
Gerekçesi ister Batı kaynaklı işgaller, katliamlar olsun, ister milli jakoben devletler olsun, isterse Müslümanlığımız olsun yaşadığımız tablo ortadadır.
Müslüman coğrafyasını, küresel işgalcilerle birlikte cehenneme çeviren örgütlü dinci terörün Müslümanlara yönelik saldırıları ve katliamları ortadayken suçluyu dışarda aramanın gaflet veya maksatlı olduğu unutulmamalıdır.
İbadet sırasında dahi Müslümanları katletmeyi, türbe ve camilerde bomba patlatmayı, çocuk-kadın-yaşlı ayırımı yapmadan katliamlar gerçekleştirmeyi “cihat” sanan modern bir İslamcı terör zihniyetinin ve barbarlığının tehdidi altındayız.
Bunu görmezden gelerek batı toplumlarını sorgulamak haksızlık değil midir?
Demokrasi ve özgürlükler alanında aşırı hassasiyet gösteren Batılı toplumlar için terör, milyonlarca insanın öldürülmesi sonucu yaşanan trajediler ve İnsanlığın kan dökerek kazandığı demokrasi, özgürlük, eşitlik ve barış düzenini yıkmayı hedefleyen karşı bir savaş yöntemidir.
Böyle bir savaşı kendileri için büyük bir tehdit olarak görmeleri neden yadırgansın?
Bunda haksız da değillerdir. Çünkü dinci terörün hedefinde gerçekten de batılı değerler vardır.
Bu durumda Batı toplumlarının, özellikle 21’nci yüzyılın örgütlü dinci Müslümanlarından korkmalarını anlayışla karşılamamız gerekmez mi?
Fransa‘da ırkçı ve provokatör bir derginin özgürlük sınırlarını aşarak yayınladığı yakışıksız bir karikatür sonrası meydana gelen olaylar ibret ve utanç verici olmuştur.
Dergiye şiddet içermeyecek bir tepki vermek yerine, karikatürü öğrencilere gösterdiği için bir öğretmenin kafasını kesmek korkutucu, vahşi bir eylem değil midir?
Bana göre bundan daha vahim olanı; vahşice öldürülen öğretmen cinayetine tepki vermesi gereken dünya Müslümanlarının karikatür nedeniyle protesto yürüyüşleri yapmaları olmuştur.
Müslüman politikacıların, din adamlarının ve siyasal örgütlü kesimlerin bu tutumu karşısında dehşete kapılmamak mümkün müdür?
Esas itibarıyla Müslüman topluluklar içindeki haksızlıklara, hukuksuzluklara, sömürü ve zulme itiraz etmeyenlerin, Batı toplumları içindeki haksızlıklara itiraz etmeleri zaten beklenemez.
Özel üretim İslamcı IŞİD terörü bölgemizi yakıp yıkarken, insanlar diri diri yakılırken, kafaları kesilerek infaz edilirken, Müslümanlığımızı, dindarlık hassasiyetimizi, peygamber sevgimizi bir kez olsun kitlesel protestolarla ortaya koyabildik mi?
Gerçek şu ki, Batı düşmanlığı ve terörden beslenen sadece terörist gruplar, örgütler değil, dinbaz politikacılar, yobaz din adamları ve cehaleti şiar edinmiş Müslüman yığınların tamamıdır.
Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, kendisiyle alay edilmeyen, iftira ve hakarete maruz kalmayan, yalancılıkla, kehanetle, aldatmakla itham edilmeyen tek bir peygamber dahi yoktur.
Böyle çirkin davranışlar karşısında şiddeti çağrıştıran bir işaret dahi bulunmaz.
Terör, şiddet, savaş, öfke, nefret, düşmanlık dili asla Resul-ü Ekrem’in (s.a.s) tarzı, üslubu ve Müslümanlığı değildir.
Söz konusu dinbaz ve düşman anlayış muazzez İslam’ın değil, örgütlerin, cemaatlerin, partilerin ve siyasetin zihin dünyasında şekillenmiş bir din anlayışının eylemidir.
Bu anlayış, sadece batı toplumları için değil, insanlık için bir tehdit oluşturduğunu ifade etmeliyim. Dünyanın her yerinde siyasi örgütlü dinciler birer tehdit ve tehlike unsurlarıdır.