İslam; insanı Allah’a teslim olarak kendisiyle, birlikte yaşadığı toplumla, insanlıkla ve dış dünya ile barış içinde olmayı ister. Rahmet dini olarak tanımlanmasının nedenlerinden biri de budur.
Esas olarak dindarlık da bu rahmeti ve barışı yaşamak ve yaymaktır. Barış yerine savaşı, rahmet yerine gazabı, hakkaniyet yerine ayırımcılığı ve haksızlığı yayanların dini ritüellerini veya dindarlık anlayışlarını İslam çerçevesi içinde değerlendirmek doğru değildir.
Müslüman coğrafyasının bugün içinde bulunduğu fitne, ayrışma, kavga, çatışma, şiddet, savaş, cehalet ve sefalet gibi olumsuzlukların başlıca nedenlerinden birisinin; Müslümanlar olarak İslam’ın barış ve rahmet ilkelerinden mahrum olmamızdır.
Şayet İslam, ilkelerle değil de ritüellerle yaşansaydı, Müslüman ülkelerin tamamının barış ve adalet havzalarına dönüşmeleri gerekirdi.
Oysa durum tam tersinedir.
Sayısız camiler, mescitler, tekkeler, dergahlar, on binlerce din adamı ve din görevlileri, şeyhler, imamlar, hafızlar, yükselen minareler, okunan ezanlar, ezberlenen Kur’an ve Hadis kitapları, kılınan namazlar, tutulan oruçlar, okunan ilahiler, menkıbeler, mevlitler ve dualar, tarikatlar, cemaatler, dernekler, vakıflar, partiler, dini gruplar, medreseler, Kur’an kursları, kutsal geceler, ayinler, zikir halkaları, ders ve sohbetler, her yıl milyonlarca Müslümanın Hac ve Umre ibadetleri ve daha neler neler…!
Bu ritüellerin tamamı az veya çok her Müslüman ülkede yaşanmaktadır. Bütün bu ritüellere rağmen ülkelerimizde ve Müslüman toplumlarda adalet-ahlak-medeniyet-hakkaniyet-barış ve merhamet neden yok?
Kanaatime göre İslam’ın muhatabı olan insanlık yok da ondan. Müslüman olmayı öğreten çok ancak insan olmayı öğreten yok.
İslam’ın rahmeti ancak insanlık üzerine inşa edilebilir. İnsanlık yoksa İslam da yoktur.
Öyle ise ritüellerle varlığını sürdüren İslam değil, İslamsız Müslümanlıktır.
Esas itibariyle din; yaşadığımız gezegende başıboş ve sorumsuz olmadığımız, evrenin ve bizim yaratıcımız olan Allah’ın gözetiminde bir yaşam bilincini verir.
Bu bilinçle davranmak ve yaratıcıya karşı sorumluluğu ve şükrü yerine getirmek de dindarlık olarak tanımlanabilir.
Allah’ın bir mizan ile yarattığı evren ve içindekilerle (doğa-canlı ve insan) ahlak-adalet ve barış temelinde yaşamanın adı da İslam’dır.
Tarih boyunca peygamberler ve onlarla Allah’a teslimiyet gösterenler kutsal metinlerde hep örnek olarak verilmiş ve yüceltilmişlerdir. Ancak onların anılmaları ve bu örnek tutumları dahi onları dokunulmaz ve sorgulanamaz yapmamış, insan üstü bir konuma taşımamıştır.
Ne yazık ki tarih içinde bütün dinlerin mensupları, din adamları marifetiyle örnek almaları gereken peygamberleri ve onların seçkin arkadaşlarını kutsayarak dokunulmaz ve sorgulanamaz kılmışlardır.
Böylece onlar hakkında hikayeler ve menkıbeler uydurarak dini hayatın ayrılmaz parçaları haline getirilmişlerdir. Adalet, hakkaniyet ve ahlak ilkelerini ağır bulanlar için dinde tutunacak dallar olarak kabul görmüştür.
İnanca dönüştürülen bu anlayış, toplum için din ihtiyacından doğan kişisel duyguların tatmini olurken, egemenler, din adamları, din bezirganları ve politikacılar için de sömürü ve çıkar araçları olmuştur.
Bu durum sadece Yahudi ve Hıristiyanlar veya Budist ve Hindular için değil, Müslümanlar için de hem de fazlasıyla geçerlidir.
Sahabeden dürüstlük, doğruluk, adalet ve ahlak abidesi olan şahsiyetlerin bu özelliklerini ve davranışlarını örnek almak yerine onların manevi şahsiyetlerine bağlanmayı önemser ve onları insan üstü ve olağan üstü özelliklerle anmayı “Müslümanlık” sayarız.
Daha ileri giderek onlar üzerinden ayrışmayı, hatta kavga ve çatışmayı dinin gereği olarak kabul ederiz. Söz konusu patolojik vakıa ile yüzleşmeden, akıl ve ruh tedavisi görmeden biz Müslümanların kendimize gelmemiz mümkün olmayacaktır diye düşünüyorum.
–
Almanya’da gerçekleşmiş bir olayı naklederek din ve dindarlık ile olan ilişkimizin düzeyini ortaya koymak isterim:
Biri Sünni diğeri Şii iki kişi kavga eder ve sonrasında karakolluk olurlar. Karakoldaki amir kavga etmelerinin nedenini sorunca Sünni olan:
“Bu adam Ebubekir, Ömer ve Osman’a dil uzattı!” deyince Şii olan:
“Bunlar Ali’nin hakkını gasp ettiler” diye karşı çıkar.
Karakol amiri:
“Kavga demek ki sadece sizin aranızda olmamış, hele biz şu isimlerini telaffuz ettiğiniz kişileri de bir karakola çağıralım, bir de olayı onlardan dinleyelim!” der.
Bunun üzerine Sünni ve Şii:
“Onları çağıramazsınız!” deyince karakol amiri:
“Neden çağırmayayım, bu olayın şahidi değiller mi?” diye ısrar edince, mezhepçi kavgacılar:
“Efendim, onlar öleli 1400 küsur yıl oldu!” deyince karakol amiri yanındaki memura:
“Bu ikisini akıl sağlıklarının kontrolü için hastaneye sevk edin!” der…!