Sürgülü camın önünde oturmuş, Salih’in camı yana çekip aramızdaki perdeyi açmasını bekliyordum.
Yer yer boyası dökülmüş tahta kasa içindeki sürgülü cam, iki dünya arasında gerilen bir perde gibi duruyordu, üstelik buzluydu.
Salih gecikmişti bu sefer. On dakikalık görüş başlamış, salonda fısıltılar yükselmişti.
Birazdan önünde oturduğum sürgülü cam, ilk kez sürtmeden, sağ alt ve sol üst köşeleri takılmadan ustaca çekildi. Salih, camı sarsarak ve söylenerek zor bela çekerdi. Sürgülü camı ya gardiyanlar ya da yılları hapishanede geçen biri bu şekilde kolayca yana itebilirdi. Nitekim sürgülü camı yana çeken Salih değildi.
Hiç beklemediğim, hayal bile etmediğim, dolu dolu gülümseyen, gülen, tanınan biri açmıştı aradaki camdan perdeyi.
Bir yanlışlık olmalı diye düşündüm. Yerimden kalkacak oldum.
“Erdoğan nereye?” dedi gülerek. “Millet benimle tanışmak için can atıyor, sen benden kaçıyorsun!”
Şaşırdım tabi. Her an kalkmaya hazır isteksizce iskemlenin kıyısına oturdum tekrar.
“Otur, bir yanlışlık yok. Bu görüş günü bahtına Salih Şimşek’in yerine Yılmaz Güney çıktı, hepsi bu…”
Salih Şimşek, Bingöl Lisesi’nin efsane öğrencisi, benim de Lütfiye halamın oğlu, liseler arası bilgi yarışmasında adını altın harflerle yazdıran parlak öğrenci. Final yarışmasını uzun dalga üzerinden yayın yapan Erzurum radyosundan nefessiz dinlediğim o günü hiç unutamam. Ben o yıl ortaokul son sınıfta, Salih ise lise son sınıftaydı. Bingöl Lisesi ile Adıyaman Lisesi yarışıyordu. Her lise 5 öğrenciyle temsil ediliyordu. Başa baş giden yarışmada bizimkiler son soruya doğru cevabı veremeyince birinciliği kaybetmişlerdi. O yarışmada olmak isterdim.
O sıralar Salih, Hacattepe tıpta üçüncü sınıf öğrencisi, bir protestoya katıldığı için tutuklu, ben ise siyasal bilgiler kamu yönetiminde birinci sınıf öğrenciydim ve hala özgürdüm.
Baht tamam da Salih neredeydi peki? Hücreye mi düşmüştü? İşkence görmüş, yarasını beresini göstermekten mi çekinmişti? İşkence revaçtaydı ve soru sormaktan daha kolaydı.
“Merak etme! Salih emin ellerde. Onu kimselere yedirmem de, ezdirmem de…”
O zamanlar “kamera şakası” yoktu, olsaydı, “ bu bir kamera şakası mi?” diye sorardım.
Salih hangi emin ellerdeydi? Şimdi neredeydi, neden görüşe çıkmamıştı?
“Bu gün kaçırsaydı, bitlenirdi…”
Hiç bitlenmemişiz, bit nedir bilmezmişiz gibi mimikleriyle pullayip abartılı ve endişeli bir ses tonuyla söylemesine gerek yoktu ki. Ahırdan bozma tek göz, bitin, tahta kutusunun şov yaptığı damlarda geçmişti bizim, bizimkilerin hayatı. Salih’in kaçırmadığı neydi ki? Aklıma “treni kaçırmak” geldi sadece.
“Bu gün Salih’in banyo günüydü, gitmeseydi bir sonraki sefere kadar…”
Güldü.
“Yani bir ay sonrasına kadar bitlenir, bitlenmekle kalmaz kurtlanırdı belki de.”
İskemleye tam yerleştim, yerleştim yerleşmesine de Yılmaz Güney’le ne konuşacaktım ki? Aslında kaygılanmam boşunaydı. Yıllardır devrim, kitap, dergi, öğrenci hareketleri, işçi hakları ve daha neler neler dilimizden düşmez, iki kişi bir araya geldiğimizde bile hala hiç konuşulmamış konular kalmış gibi sabahlara kadar tartışırken beş dakikalık görüşte konuşacak konu mu bulunmaz? Lafı olmaz, olmadı da. Hapishane avlusunda olduğumuzu unutmadan tabi.
Devletin insanı ensesinden tutup içeri tıkmak için bu günkü gibi bahaneleri çoktu o sıralar. Okuduğum kitapları iyice sindirmek için, gir çık bile olsa, bir hapishane deneyimi yaşamayı düşünmemiş de değildim. Hemen değil, belki ileride. Salih çıktıktan ve deneyimlerini anlattıktan sonra, belki. O da benim görüşe gelirdi. Babam Bingöl’den kalkıp gelemeyeceğine göre.
Babam, koca adam, dağ gibi adam, inkar etse de için için eriyordu o yıllarda. Karın ağrısı ile mide ağrısının arkasına sığınıyor, ha bire iyimser hava körüklüyor, zamanı durdurmaya çalışıyordu kendince. Nefesi çimento kokuyor, elleri kireç yanığı içindeydi hep. Deprem haberlerinde olurdu kulağı. Deprem inşaat demekti onun için. Sadece onun için değil, bütün tanıdıklarımız için de deprem iş, aş demekti.
Sonunda, daha geçtiğimiz yıl, Bingöl’de de deprem oldu. Mayıs ayının o cumartesi günü deprem olduğunda akşam güneşinin ön cephesine vurduğu taş duvarlı, toprak damlı Kasaran Mahallesi’ndeki kira evinin toprak zemine inen basamaklarında oturmuş, lise birincisi olmama rağmen üniversite sınavından iyi bir puan almayı, ardından üniversitede okuma hayallerini kuruyordum. Birden yer çatırdamış, saçaklardan toprak yağmış, ardından yıllarca konuşacağımız binlerce ölüm haberi gelmeye başlamıştı. Sadece hemşire yurdunda yüzlerce genç kız ölmüş, altı katlı Bingöl Lisesi’nin bir yarısı yıkıldı yıkılacak durumda ayakta kalmış, diğer yarısı yerle bir olmuştu. Hafta sonu tatili birçoğumuzu güneş gören yeryüzünde tutmuştu.
Babam, hala Afatlar çayırına yapılan iki katlı deprem konutlarında çalıyordu. Görüşüme gelemezdi.
Gözüm, yerinde duramayan, yüz hatları kıpır kıpır Yılmaz Güney’in ellerine kaydı. Sağ elini kapalı tutuyordu. Eline baktığımı fark edince yüzüne gizemli bir ifade yaydı. Hapishane ortamında olduğumuzu, “sırlarımız var” demek istiyor gibiydi. Onun bulunduğu bölmenin kapısında bir gardiyan, benim bulunduğum bölmenin kapısında da bir gardiyan ayakta duruyordu. Gardiyanların arkamızda olduğunu hatırlayınca ürperdim yine. Demir kapılardan geçerken de aynı duyguya kapılmıştım. Ensemizde gardiyanların nefesi olunca Yılmaz abinin kapalı eli daha ürpertici geliyordu. Yılmaz Güney’e “abi” demeye başlamıştım. Bazen “abi” demek heyecanı bastırmaya yarıyordu, yaramıştı. Dokuz kardeşin en büyükleri, onları geçtim Gosan mezrasındaki tüm çocukların en büyüğü bendim. Haydar Hop dışında birilerine “abi” diye hitap ettiğimi hatırlamıyorum.
Yeri ve zamanıymış gibi bakışlarım Yılmaz Güney’in kapalı eline kaydıkça radyodan futbol maçını dinleme isteği uyandı bende. Mesela herhangi bir Fenerbahçe maçını… Yılmaz Güney, bana elinde düdük, sahada koşturup duran bir hakem gibi göründüğünden olmalı. Haksızlık olmasın diye ben yine de duygular mekan tanımıyor diye düşündüm. Arada Halil Amca’nın her yaz aylarında İzmir’den döndüğünde getirdiği tenis toplarının arkasından koştuğumuz anlar geldi. Halil Amca’nın oğulları İzmir’de NATO’da çalışıyorlardı. Aklım bu kez de onlarca gencimizin kanını emen Altıncı Filo’ya gitti.
Hangi üniversite, hangi fakülte ve bölümde öğrenci olduğumu sordu.
Hacettepe, Siyasal Bilgiler, Kamu Yönetimi bölümünde okuduğumu söyleyince önce duraksadı ardından kahkahayı bastı. Otuz iki dişiyle gülüyordu.
“Ben bunları biliyorum zaten” dedi. “Salih söyledi. Demek ki devlet adamı olacaksın. Önce kaymakam, ardından vali…”
Yan kabindeki mahkum kendinden taraf ters ters bakmış olacaktı ki, o tarafa dönüp, “gülmenin yasaklanacağı günlere daha var birader,” dedi.
Dönüşte kapalı tuttuğu eline baktığımı fark edince, bir köşesini gördüğüm kâğıdı küçük parmağının yordamıyla avucuna itti, kaşlarını indirdi, göz bebeklerini yukarıya kaldırdı. Bununla da yetinmedi, kaş altından sağa sola bakar gibi yaptı. Avucunda saklamaya çalıştığı kağıt parçası çok gizli bilgiler taşıyor olmalıydı.
Ben kağıtta neler yazılı olduğunu merak ederken Yılmaz Güney de mezun olduktan sonra devletin yoluma ne kadar ezici dişlileri, aşılmaz engelleri, atlanmaz hendekleri varsa onları döşeyeceğini sayıyordu.
“Bildiğim devlet bu saatten sonra seni kendi adamı yapmaz kolay kolay.”
O kadar hayal boşuna mıydı yoksa? Yılmaz Güney’in kapalı elini unuttum gitti birden. Sarsıldığımı görünce gülerek, “Bu anarşist ziyaretlerini not ediyorlar bir yerlere, etsinler, tuttukları notlara bakacak zamanları olmayacak onların.”
Gözlerinin içine baka kalmıştım. Terör ve terörist tanımı henüz telaffuz edilmiyordu. Anarşizm ve anarşist kavramları revaçtaydı.
“Kaymakamlık mülakatında söyle bakalım, sen neden Yılmaz Guney’i ziyaret ettin diye soracaklar. İnkâr edecek olsan, tarih ve saatini, neler konuştuğumuzu, az sonra sana vereceğim kağıtta neler yazılı olduğunu bile bir bir söyleyecekler.”
Konuşurken bir yandan da gülüyordu.
“Sen mi beni, ben mi seni ziyaret ettiğime bakmazlar…”
Bir boksör gibi sağ gösterip sol, sol gösterip sağ kroşeler attıktan ve beni sıtmaya razı ettiğine emin olduktan sonra dağıttığını toplamaya koyuldu.
Ona göre; onları alt etmek için mücadele etmek yetiyordu.
O hep sordu, ben cevap verdim. Fırsat elime geçince alelacele,
“Yılmaz abi, siz Mahir Çayan ve arkadaşlarını sakladınız mı sahiden?” diye sordum.
Gülümsedi.
“Kapım bütün gençlere açık,” dedi ve can alıcı sorularından birini daha sordu.
“Parti hakkında ne düşünüyorsun?”
Parti?
Sözünü ettiği parti tabi ki CHP ya da ADALET partisi değildi.
Cevap vermemi beklemeden, “Behice ablayla tanışmanı isterim,” diye devam etti.
İç taraftaki gardiyan arkalardan bağırdı:
“Görüş bitmiştir!”
Yilmaz Güney sözlerine devam edecekti ki, anons gelince sustu, ardından yan kabinlerden de duyulan bir ses tonuyla küfretti, kaymaklı, üzerine güldü. Rol yapmıyordu.
Gardiyanın dediği gibi görüş bitmişti. Yılmaz Güney, yerinden kalktı, elindeki kağıdı bana vereceğini bekliyordum, vermedi, açıp gösterdi, sonra katladı ve göstere göstere gömleğinin yaka cebine koydu.
Kağıtta yazı yoktu.
Gürül gürül gülerek, “Senin için değil,” dedi.
Ayakta birkaç güzel söz ettikten ve Salih’in isteklerini söyledikten sonra hızlı adımlarla çekip gitti.
Daha sonraları Salih, Yılmaz Güney’in içerde kendilerine kan kusturduğunu, boş kağıdı gardiyanları boşa düşürmek için taşıdığını söyleyecekti.
Şaşırdım mı, şaşırmadım.
Bunları Tarık Akan’a anlattığımda o da hiç şaşırmamıştı. Tarık ile Yol filmi çekilirken tanışmıştık. Yol filminde rol alacak atı bulmasında aracı olmuş, atı arkadaşım Zeki’nin Sancak’ta yaşayan babasından aldırmıştım. Onunla arkadaşlığımız hep sürdü. Belki bir gün, istersen İstanbul’a döndüğünde, uzun uzun anlatırım.
Cafer Yurtsever
Temmuz 2022