DOLAR
34,5266
EURO
36,4900
ALTIN
2.961,39
BIST
9.119,91
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

Tevrat ve Kur’ân’da bahsedilen “Aden Cenneti”, Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri’dir!.

Tevrat ve Kur’ân’da bahsedilen “Aden Cenneti”, Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri’dir!.
16.09.2023 22:54 | Son Güncellenme: 16.09.2023 23:01
644
A+
A-

 ■ CENNET NEREDE?

Araştırmacı yazar İbrahim Sediyani’den yine çok konuşulacak, çok tartışılacak bir yazı. * Tevrat ve Kur’ân’da bahsedilen “Aden Cenneti”, Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri’dir!.

Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif yazılarıyla gündem oluşturan Sediyani’nin yeni yazısı…

binguven-bal2

     Kutsal kitap “Tevrat”ta, “Tekvin” (Yaratılış) bölümünde anlatıldığına göre, ilk insanlar olan Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva (as), Allah tarafından Aden Cenneti’ne yerleştirilmiş, sonra da bu cenneti sulamak için büyük bir ırmak yaratılmıştır. Dört kola ayrılan bu nehirlerden ikisi Pişon ve Gihon’dur, diğer ikisi de Dicle ve Fırat’tır:

İbrahim Sediyani

וַיִּטַּ֞ע יְהוָ֧ה אֱלֹהִ֛ים גַּן־בְּעֵ֖דֶן מִקֶּ֑דֶם וַיָּ֣שֶׂם שָׁ֔ם אֶת־הָֽאָדָ֖ם אֲשֶׁ֥ר יָצָֽר׃ וַיַּצְמַ֞ח יְהוָ֤ה אֱלֹהִים֙ מִן־הָ֣אֲדָמָ֔ה כָּל־עֵ֛ץ נֶחְמָ֥ד לְמַרְאֶ֖ה וְטֹ֣וב לְמַאֲכָ֑ל וְעֵ֤ץ הַֽחַיִּים֙ בְּתֹ֣וךְ הַגָּ֔ן וְעֵ֕ץ הַדַּ֖עַת טֹ֥וב וָרָֽע׃

וְנָהָר֙ יֹצֵ֣א מֵעֵ֔דֶן לְהַשְׁקֹ֖ות אֶת־הַגָּ֑ן וּמִשָּׁם֙ יִפָּרֵ֔ד וְהָיָ֖ה לְאַרְבָּעָ֥ה רָאשִֽׁים׃ שֵׁ֥ם הָֽאֶחָ֖ד פִּישֹׁ֑ון ה֣וּא הַסֹּבֵ֗ב אֵ֚ת כָּל־אֶ֣רֶץ הַֽחֲוִילָ֔ה אֲשֶׁר־שָׁ֖ם הַזָּהָֽב׃ וּֽזֲהַ֛ב הָאָ֥רֶץ הַהִ֖וא טֹ֑וב שָׁ֥ם הַבְּדֹ֖לַח וְאֶ֥בֶן הַשֹּֽׁהַם׃ וְשֵֽׁם־הַנָּהָ֥ר הַשֵּׁנִ֖י גִּיחֹ֑ון ה֣וּא הַסֹּובֵ֔ב אֵ֖ת כָּל־אֶ֥רֶץ כּֽוּשׁ׃ וְשֵׁ֨ם הַנָּהָ֤ר הַשְּׁלִישִׁי֙ חִדֶּ֔קֶל ה֥וּא הַֽהֹלֵ֖ךְ קִדְמַ֣ת אַשּׁ֑וּר וְהַנָּהָ֥ר הָֽרְבִיעִ֖י ה֥וּא פְרָֽת׃

וַיִּקַּ֛ח יְהוָ֥ה אֱלֹהִ֖ים אֶת־הָֽאָדָ֑ם וַיַּנִּחֵ֣הוּ בְגַן־עֵ֔דֶן לְעָבְדָ֖הּ וּלְשָׁמְרָֽהּ׃ וַיְצַו֙ יְהוָ֣ה אֱלֹהִ֔ים עַל־הָֽאָדָ֖ם לֵאמֹ֑ר מִכֹּ֥ל עֵֽץ־הַגָּ֖ן אָכֹ֥ל תֹּאכֵֽל׃ וּמֵעֵ֗ץ הַדַּ֙עַת֙ טֹ֣וב וָרָ֔ע לֹ֥א תֹאכַ֖ל מִמֶּ֑נּוּ כִּ֗י בְּיֹ֛ום אֲכָלְךָ֥ מִמֶּ֖נּוּ מֹ֥ות תָּמֽוּת׃

“Rabb Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı.

Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.

Rabb Tanrı Aden Bahçesi’ne bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu. O’na, ‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin’ diye buyurdu, ‘Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.’ (10187)

     Tevrat’taki bu âyetlerden, Âdem’in bu dünyada yaratıldığı ve bu gezegen üzerindeki bir “Cennet”e konulduğu anlaşılıyor. Çünkü; “doğuda” diyor, oysa öteki tarafta doğu – batı, güney – kuzey gibi yönler olmaz. “Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu” diyor, yani orayı yeni yaratıyor. Ama âhiret hayatındaki Cennet ve Cehennem, Âdem’den önce yok muydu? Vardı. Fakat bunu daha yeni yaratıyor ve ilk insanları oraya koymak için yaratıyor. Nehir isimleri veriyor ve bunlar bu dünyada, üzerinde yaşadığımız topraklarda akan ırmaklar. Ayrıca coğrafya isimleri de veriyor, sınırlardan bahsediyor. Bir de bu esnada canlı olarak yalnızca bitkiler vardır, ama henüz hayvanlar yoktur.

     İlk insanlar olan Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın âhiret hayatındaki “Cennet”te mi yaratılıp sonra bu dünyaya gönderildikleri, yoksa bu dünyada bir “Cennet”te mi yaratıldıkları, 1500 yıl boyunca İslam âlimleri ve müfessirleri arasında tartışmalara konu olmuştur ve iki ayrı görüş oluşmuştur. Bazıları Âdem’le Havva’nın yaratıldığı Cennet’in âhiretteki Cennet olduğunu söylerken (10188), bazıları da Âdem’le Havva’nın yaratıldığı Cennet’in dünyadaki bir Cennet olduğunu söylemişlerdir (10189).

     Âdem’le Havva’nın âhiret hayatındaki “Cennet”te yaratılıp sonra bu dünyaya gönderildiklerini savunanların en büyük dayanağı, “Kur’ân-ı Kerîm”de konuyla ilgili geçen “Şeytan oradan onların ayağını kaydırdı da bulundukları yerden onları çıkardı. Biz de ‘Birbirinize düşman olmak üzere inin! Bir zamana kadar sizin için yeryüzünde kalacak bir yer ve ihtiyaç maddeleri vardır’ dedik” (10190) âyetinde geçen “ehbitu” (اهْبِطُو) yani “inin” ifadesidir. Ancak Arapça’da “ehbitu” (inin) ifadesinin “bir yerden başka bir yere göç etmek” anlamında da kullanıldığını belirten pekçok İslam âlimi, özellikle Tevrat’taki âyetlere dayanarak ve Kur’ân’daki bazı “Cennet” tasvirlerinin tıpkı dünyadaki coğrafyalara, yeşillikler içinde ve güzel ırmakların aktığı bazı coğrafyalara benzediğini de hatırlatarak, Âdem’le Havva’nın bu dünyada yaratıldığını söylemişlerdir. (10191) Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Musa (as)’nın halkına kızarak onlara “İhbitu Misren” (اِهْبِطُوا مِصْراً) yani “Mısır’a geri dönün” dediği âyette (10192)  de aynı kelimenin, “ihbitu” (اِهْبِطُو) kelimesinin “bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya gitmek” anlamında kullanıldığını hatırlatan İslam âlimleri, Âdem’le Havva’nın dünyada yaratıldıklarını, Cennet’ten dünyaya gönderilmediklerini, dünyadaki bir “Cennet”te yaratıldıklarını söylemişlerdir. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın “Cennet”ten çıkarılması, dikey bir geçiş değil yatay bir geçiştir.

     Türkiye’deki tarihselci İslam anlayışının önemli isimlerinden biri olan ilahiyatçı ve akademisyen Mustafa Öztürk (1965 – halen hayatta), Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın âhiretteki Cennet’te değil, dünyadaki bir “Cennet”te yaratıldıklarını söyleyen İslam öncüleri arasında şu isimleri zikreder: Bizzat Hz. Muhammed (sav)’in sahabesi ve Peygamber Muhammed’in Kur’ân kâtibi olup Kur’ân kıraati ve tefsiri konusunda da sahabelere hocalık yapmış olan, bu nedenle “Ensar’ın efendisi” ve “Kur’ân okuyanların efendisi” olarak anılmış Ubeyy bin Ka’b (? – 654), ilk dönem tabiîlerinden Wehb bin Münebbih bin Kâmil es- San’ânî (654 – 732), Sünnî Hanefîlik mezhebinin imamı olup kısaca İmam-ı Âzam Ebû Hanife olarak bilinen Kürt âlim Ebû Hanife Numan bin Sabit bin Zuta bin Mah bin Marzuban el- Kufî (699 – 767), Maturidî mezhebinin kurucusu ve imamı Özbek müfessir ve fakih Maturidî ya da tam adıyla Ebû Mansur Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el- Semerkandî el- Maturidî (863 – 944), Mutezile akımının âlimlerinden ve bu akımın Kabiyye fırkasının öncüsü olan Afgan müfessir Ka’bî ya da tam adıyla Abdullah bin Ahmed bin Mahmud el- Belhî el- Ka’bî (886 – 931) ve Mutezile kelamcısı Ebû Mûslim Muhammed bin Behr el- İsfahanî (868 – 934)(10193) 

     Bu âlimler, eğer Âdem’le Havva’nın kovuldukları Cennet âhiretteki Cennet olsaydı oradan kovulmamaları gerektiği, çünkü o Cennet’e girenin bir daha oradan kovulmadığı, Şeytan’ın o Cennet’e girmesinin mümkün olmadığı, Âdem’in topraktan yaratıldığı ve toprağın da yeryüzünde bulunduğu, ayrıca Şeytan’ın onlara vesvese verirken kendilerine “ebedî kalacakları bir yurt” vaadinde bulunduğu ve demek ki o bulundukları Cennet’in ebedî bir yurt olmadığı gibi gayet mantıklı argümanlar seslendirerek, Âdem’le Havva’nın bu dünyada yaratıldığını ve bahsedilen “Cennet”in de bu dünyada olduğunu söylemişlerdir. (10194) 

     Aslında bu tartışmanın ve “Âdem’in yaratıldığı Cennet nerede?” sorusunun cevabını Hz. Muhammed’in hadis-i şerîflerinde bulmak mümkün. Sevgili Peygamberimiz, Kur’ân’daki “Cennet ve “Cennet’te akan nehirler” ifadelerinin biri batınî biri zahirî olmak üzere iki anlamının bulunduğunu bildirmiştir. Batınî olan, âhiret hayatındaki Cennet ve orda akan nehirlerdir; zahirî olan bu dünyadaki Cennet ve orda akan nehirlerdir. (10195) 

     Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Cennet” (جنة) kelimesinin farklı sûrelerdeki kullanımlarına baktığımızda da bunu görebiliriz. Dünyaca ünlü Fars filozof ve müfessir Fahreddîn Razî ya da tam adıyla Fahreddîn Muhammed bin Ömer bin Hûseyn bin Hesen bin Ali et- Temimî el- Bekrî er- Razî et- Taberistanî (1149 – 1210), Kur’ân’da “Cennet” kelimesinin müfrettesniye ve cemi formunda 147 defa geçtiğini hatırlatır ve üç ayrı “Cennet”in olduğunu söyler. (10196) Aynı şeyi İslam tarihinin gelmiş geçmiş en büyük tarihçilerinden biri olarak kabul edilen Mazenderî tarihçi Taberî ya da tam adıyla Ebû Cafer Muhammed bin Cerîr bin Yezid el- Amulî et- Taberî (839 – 923) de söylemektedir. (10197) Buna göre, birincisinde kelime, dünyadaki bağ, bahçe ve bostanları ifade etmektedir ki, Kur’ân’da bu anlamıyla 25 yerde geçmektedir. (10198) İkincisinde kelime, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın geçici bir süre iskân ettirilip daha sonra oradan çıkartıldıkları yeri belirtmek için kullanılmaktadır ki konumuz olan “Cennet” de budur ve Kur’ân’da 6 yerde geçmektedir. (10199) Üçüncüsünde ise bildiğiniz gibi, insanların Allah’a olan imânı ve yaptıkları hayırlı âmeller neticesinde öldükten sonra âhirette ödül olarak yerleştirilecekleri ebedî saadet yurdudur ve yüzden fazla âyette geçmektedir. (10200)

     Hz. Muhammed’in hadislerinde geçen “biri batınî (âhirette) biri zahirî (dünyada) olmak üzere iki ayrı Cennet olduğu” öğretisi, Yahudîlik’in medenî kanunu hükmündeki dînî kitabı “Talmud” (תלמוד)’da da geçmektedir. Yahudî bilginler, “Cennet Bahçesi” olarak adlandırılan iki tür ruhanî yer olduğu konusunda hemfikirdirler. İlki “Alt Gan Cenneti” (“gan” İbranice’de “bahçe” demektir) olarak bilinen oldukça karasal bir Cennet’tir, bol bereketlidir ve verimli bitki örtüsüne sahiptir. İkincisi ise “Üst Gan Cenneti” olarak bilinen göksel Cennet’tir, dürüst Yahudîler’in ve dürüst gayr-ı Yahudîler’in ölümsüz rûhları ölümden sonra oraya gidecek ve oradaki saadet yurdunda ebedî olarak kalacaklardır. Hahamlar “Gan” ve “Eden” arasında ayrım yapar. Âdem’in yalnızca “Gan”da yaşadığı söylenirken, âhiretteki Cennet’in hiçbir ölümlü göz tarafından görülmediği söylenir. Dolayısıyla Âdem’in ölmeden önce orayı görmesi mümkün değildir. (10201) Aynı inanç, Yahudî mistisizminde ezoterik bir disiplin, düşünce okulu ve kurallar bütünü olan “Kabbala” (קבלה)’da da geçmektedir. (10202)

     Semavî dînlerdeki (İslamiyet ve Musevîlik) bu “öte âlemdeki her şeyin bu âlemde bir benzeşinin olduğu” inancının bu dînlere nereden girdiğinin izini sürdüğümüzde, yolculuk bizi yine Antik Kürdistan (Mezopotamya)’a götürüyor. Eski Mezopotamya Dînleri, gök ile yerin tam bir benzeşim halinde olduğunu söyler. Bunun anlamı, yalnızca yeryüzünde olan her şeyin bir biçimde gökte de var olduğu değildir, ayrıca yeryüzünde olan her şeye de gökte tamamen özdeş bir şeyin karşılık gelmesidir. Yeryüzündeki her şey, göktekinin bir modelidir. Ülkeler, nehirler, kentler ve tapınaklar, belli bir kozmik düzeyde gerçek anlamda var olurlar. Örneğin Dicle NehriAnunu yıldızında bulunurken, Fırat ise Kırlangıç yıldızında bulunmaktadır. Bu göksel düzeyde her şey gerçek anlamda vardır, yerdekiler ise onların yalnızca soluk ve iğreti imgeleridirler. (10203)

     Şunun bilinmesi gerekiyor: Dünyada hiçbir dîn ve hiçbir inanç, tamamen yok olup ortadan kalkmaz. Coğrafya coğrafya ve tarih tarih dolaşarak, farklı zamanlarda farklı biçimlerde ve isimlerde karşımıza çıkar. Kelimeler de ortadan kalkmazlar, yok olmazlar. Coğrafyadan coğrafyaya seyahat ederek, değişik dînlerin bünyesinde farklı ıstılahî (terminolojik) anlamlar yüklenerek tekrardan karşımıza çıkarlar. Tıpkı, antik çağlarda Hitit ve Mittani uygarlıklarını kurmuş olan Hurri Kürtleri’nin kızlarının çok güzel olması (ki bunlardan biri de güzelliğiyle tarihte meşhur olmuş Nefertiti yani Taduxepa yani Âsiye’dir), güzelliklerinin komşu uygarlıklarda ve Mezopotamya’dan Mısır’a kadar dillere destan olması, SümerBabilFenikeMısır gibi uygarlıklarda örneğin bir ailenin kızı çok güzelse onun ne kadar güzel bir kız olduğunu ifade etmek için “Hurri kızları gibi güzel”“Kızım o kadar güzel ki, sanki bir Hurri”“Karıcığım sen öyle güzelsin ki, Hurriler’in kadınları bile senin kadar güzel değil”“Gelinimize nazar değmesin, tpkı Hurri kızı gibi güzel” gibi deyimlerle nitelendirilen “Hurri” isminin, uzun bir zaman sonra ortaya çıkan semavî dînlerde ve kutsal kitaplarda, Cennet’e gidecek olan salih kimselere ödül olarak verilecek “huri” (10204) olarak karşımıza çıkması gibi. Ya da, Hinduizm’deki selamlama kelimesi olup halen yoga ve meditasyonda kullanılan ve tam olarak “selam üzerinize olsun” anlamına gelen “namaste” ifadesinin o taraflardan gelen Farısîler eliyle İslamiyet’e “namaz” olarak girmesi gibi. Veyahut da, Zerdüştîlik’te kutsal kitap “Avesta”nın ana akım çizgisinden sapıp “Zend – Avesta”nın yalnızca “Zend” kısmına bağlı kalarak ayrı bir itikadî çizgi geliştirenleri tanımlayan “Zendaki” veya “Zenduk” isminin, sonradan İslam dünyasında ana akım Ehl-i Sünnet çizgisinden sapıp tamamen farklı bir İslamî anlayışa sahip olanlar için kullanılan “zındık” olması gibi. Dediğim gibi: Kelimeler hiçbir zaman ölmezler, ortadan kalkmazlar. Coğrafyadan coğrafyaya gezerek, değişik dînlerin bünyesinde farklı ıstılahî (terminolojik) anlamlar yüklenerek tekrardan karşımıza çıkarlar.

     Türkiye’deki toplumcu ve devrimci İslamî düşüncenin önemli temsilcilerinden biri olan ilahiyatçı ve yazar Recep İhsan Eliaçık (1961 – halen hayatta), Kur’ân’da “Tâhâ” sûresinde geçen “Cennet” lafzını (10205), âhiret hayatında kavuşulacak olan Cennet değil, dünya hayatı içerisinde hazırlanmış olan “yemyeşil diyar” şeklinde açıklamaktadır. (10206) Aynı şekilde “ehbitu” ifadesini (emrini) de “inin” şeklinde değil, “dağılın” şeklinde ifade etmektedir. (10207) İhsan Eliaçık, devamında Hz. Âdem kıssasının detaylı bir şekilde anlatıldığı “Âraf” sûresindeki “Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet’e yerleşin” (10208) âyetiyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Öyle anlaşılıyor ki burada Cennet, ‘yemyeşil bir diyar, yeşillik ve ağaçlık bir bölge’ anlamındadır. Burası yeryüzünde bir bölgedir. Bu durumda ilk insan veya insanlar yeryüzünde yaratılmış olurlar; öbür dünyadaki Cennet’te yaratılıp bu dünyaya düşmüş değil. Yani insanlar, basbayağı yeryüzünün bağlık, bahçelik, yeşilliklerle dolu bir bölgesinde ortaya çıkmışlardır. Kıssada ‘Sen ve eşin Cennet’te iskân edin’ denmesi, insanların ortaya çıkıp çoğalmaya ve üremeye başladığı, insan yaşamının ilk tezâhür ettiği, sakinleri ilk insan toplulukları olan yeryüzündeki bağlık, bahçelik bir bölgeyi anlatmaktadır. Fakat bu yerin neresi olduğu konusunda rivayetler muhteliftir.” (10209)

     Türkiye’de kelamî düşüncenin oluşmasında büyük emekleri olan ilahiyatçı ve İslam felsefesi profesörü Hüseyin Atay (1930 – 2023)’a göre de, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaratılışı ile ilgili olarak Kur’ân âyetlerinde bahsedilen “Cennet” algısının yeniden dizayn edilmesi ve ilgili âyetteki bildirimin, “yeryüzünde yönetici olarak yaratılmış olan insanın konulduğu yer” olması gerekmektedir. Hüseyin Atay, ilgili âyeti değerlendirirken, yeryüzünde yönetici olarak yaratılmış olan insanın ilk olarak konulduğu yerin, herkesçe bilinen âhiretteki Cennet değil, Âdem ile Havva’nın yerleşim itibariyle bulundukları dünyadaki herhangi bir yer olduğunu zikretmektedir. Bu yaklaşımıyla insanın sorumluluğunu öne çıkarmış olan Atay, aynı şekilde insanın yaptıklarından sorumlu tutulduğu mekânın da “dünya hayatındaki bir yer”, yani “yeşillik içerisindeki bahçe” (Cennet) olması gerektiğini söylemektedir. (10210)

     Aynı kanaatte olan ilahiyatçı Mehmet Okuyan (1965 – halen hayatta) da, “Hz. Âdem’in eşiyle birlikte yaratılıp bir süre bekletildiği ve daha sonra da oradan çıkartıldığı Cennet, âhirette mü’minlerin gireceği Cennet değil, dünyadaki bir bahçedir” demektedir. (10211)

     Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.

     Âdem’le Havva’nın yaratıldıkları ve hayata başladıkları “Cennet”, şayet âhiretteki Cennet ise, o zaman mesele yok. Çünkü orası “hepimizin yurdu”. Fakat dünyadaki bir Cennet ise, o zaman neresidir, neresi olabilir? Bu minvalde dînî kaynaklar ve deliller ışığında konuyu tahlil etmeye devam edelim. Önce Tevrat’taki ilgili âyeti yeniden okuyoruz:

     “Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.” (10212)

     Âyetlerde dört nehir ismi zikrediliyor. Bunlardan Dicle ile Fırat bilinen nehirlerdir. Diğer iki nehir olan Pişon ve Gihon ise kafa yorucudur, çünkü bu isimlerde nehirler şu anda dünyada yoktur ve muhtemeldir ki çok uzun zamandır da yoklar. Öyleyse bunlar, şu anda var olan ve halen akmakta olan iki nehrin çok eski zamanlardaki isimleri olmalı. Öyle ki o isimler artık tamamen unutulmuş durumda. Ama hangilerinin?

     Tevrat’taki âyetlerde geçen dört nehirden, Kürdistan’ın ana ırmakları olan ve ülkemizin adetâ kan damarları durumundaki Dicle ve Fırat ile ilgili bir tartışma yoktur, fakat Pişon ve Gihon’un hangi nehirler olduğu / olabileceği ile ilgili yüzyıllara hatta binyıllara dayalı bir tartışma vardır. Ve bu tartışma Yahudî, Hristiyan, Müslüman, her üç dînî dünyada da yapılıyor olup halen dahi sonuçlanabilmiş değildir. Eski Ahit’te geçtiği için, özellikle Batı dünyasında bu tartışma yoğun bir şekilde yapılmakta. (10213)

     Pişon ve Gihon nehirlerinin hangi nehirler olabileceği hakkında Doğulu ve Batılı âlimler ve araştırmacılar çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Kimi âlimler ve araştırmacılar bunların Seyhan ve Ceyhan nehirleri olduğunu (10214), kimi âlimler ve araştırmacılar bunların Seyhun ve Ceyhun nehirleri olduğunu (10215), kimi âlimler ve araştırmacılar bunların Aras (veya Kür) ve Kızılırmak nehirleri olduğunu (10216), kimi âlimler ve araştırmacılar bunların İndus (veya Ganj) ve Nil nehirleri olduğunu (10217) ileri sürmüşlerdir.

     Bu ikili ihtimaller ve varsayımlar arasından, İndus (veya Ganj) ve Nil, diğer belli ikili Dicle ve Fırat’a coğrafî olarak çok uzaktırlar. Dolayısıyla aynı kaynaktan doğan Cennet ırmakları olduğunun söylenmiş olması, biraz zorlama hatta “dayatma” gibi duruyor. Ki bu durumda, Âdem’le Havva’nın konulduğu Aden Cenneti’nin tâ Hindistan / Pakistan’dan Mısır / Etiyopya’ya kadar geniş bir coğrafyayı kapsadığını kabul etmek zorunda kalırız ki, bu kadar büyük bir “bahçe” de akla pek uygun düşmüyor. Tevrat’taki âyetlerden kesinlikle akla bile gelmemesi gerekirlerken, bunların Yahudî dînî metinlerine hatta İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in hadislerine nasıl girdiğine (hadisleri biraz sonra inceleyeceğiz) yanıt ararken, sanırım çok eski bir zamanın mitolojik dünyasına, semavî dînlerden de öncesine gitmemiz gerekiyor.

     Bu “iz sürme” işini yaptığımızda, çok ilginç ve bizi hayretler içinde bıraktıran bulgulara ulaşıyoruz: Musevîlik ve Tevrat’tan çok daha eski bir dîn olan Hinduizm dîninde de dört nehir konseptinin olduğunu görüyoruz. Öyle ki, Tevrat’taki âyetin adetâ birebir kopyası ve fakat Tevrat’tan tam 600 yıl daha eski. Çok şaşırdınız, değil mi?

     Şimdi, Hinduizm’in kutsal kitabı “Vişnu Purana” (विष्णु पुराण)’da yer alan âyet ile Musevîlik’in kutsal kitabı “Tevrat” (תורה)’ta yer alan âyeti alt alta verelim.

     Bu âyetler, Hinduizm’in kutsal kitabı Vişnu Purana’dan:

ब्रह्मा का निवास गंगा नदी से घिरा हुआ है, जो विष्णु के चरणों से निकलती है, चंद्रमा को धोती है और यहां स्वर्ग से गिरती है। और शहर को घेरने के बाद, यह चार अलग-अलग दिशाओं में बहने वाली चार शानदार नदियों में विभाजित हो जाता है। ये नदियाँ; सीता अलकनंदा, चक्षु और भद्रा हैं। पहला नीचे के पहाड़ों पर गिरता है, जो मेरु के पूर्वी हिस्से में गिरता है, और भद्राश्व शहर के माध्यम से अपनी चोटियों से समुद्र तक पहुंचता है।

“Brahma’nın ikamet yeri Ganj Nehri ile kuşatılmıştır ki, o Vişnu’nun ayaklarından doğar, Ay’ı yıkar ve göklerden buraya düşer. Ve şehri kuşattıktan sonra dört farklı yöne akan muhteşem dört nehre ayrılır. Bu nehirler; Sita, Alakananda, Çakşu ve Bhadra’dır. Birincisi Meru’nun doğu tarafına düşen aşağılardaki dağlar üzerine düşer ve onun zirvelerinden Bhadrasva kenti üzerinden okyanusa ulaşır.” (10218)

     Bu âyetler de Musevîlik’in kutsal kitabı Tevrat’tan:

וְנָהָר֙ יֹצֵ֣א מֵעֵ֔דֶן לְהַשְׁקֹ֖ות אֶת־הַגָּ֑ן וּמִשָּׁם֙ יִפָּרֵ֔ד וְהָיָ֖ה לְאַרְבָּעָ֥ה רָאשִֽׁים׃ שֵׁ֥ם הָֽאֶחָ֖ד פִּישֹׁ֑ון ה֣וּא הַסֹּבֵ֗ב אֵ֚ת כָּל־אֶ֣רֶץ הַֽחֲוִילָ֔ה אֲשֶׁר־שָׁ֖ם הַזָּהָֽב׃ וּֽזֲהַ֛ב הָאָ֥רֶץ הַהִ֖וא טֹ֑וב שָׁ֥ם הַבְּדֹ֖לַח וְאֶ֥בֶן הַשֹּֽׁהַם׃ וְשֵֽׁם־הַנָּהָ֥ר הַשֵּׁנִ֖י גִּיחֹ֑ון ה֣וּא הַסֹּובֵ֔ב אֵ֖ת כָּל־אֶ֥רֶץ כּֽוּשׁ׃ וְשֵׁ֨ם הַנָּהָ֤ר הַשְּׁלִישִׁי֙ חִדֶּ֔קֶל ה֥וּא הַֽהֹלֵ֖ךְ קִדְמַ֣ת אַשּׁ֑וּר וְהַנָּהָ֥ר הָֽרְבִיעִ֖י ה֥וּא פְרָֽת׃

“Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır” (10219)

     Nasıl? Tıpatıp aynı, değil mi? Nehir isimlerini değiştirin, cümlesi cümlesine aynı.

     Müslüman ve Hristiyan ilim adamları, Ganj’ın (veya değişik rivayetlerde İndus’un) da semavî dînlere ait metinlere “Cennet nehirlerinden biri” olarak girmesini buna bağlıyorlar. (10220)

     Nil’in giriş hikâyesi de aynıdır. Yine Musevîlik ve Tevrat’tan çok daha eski bir dîn olan (hatta pekçok araştırmacıya göre kökenidir; bu konuyu ileride bu kitapta işleyeceğiz) Eski Mısır Dîni’nde Nil Nehri’nin kaynağının Cennet’te olduğuna, Nil’in Cennet’ten doğma bir ırmak olduğuna inanılırdı ve Nil, göksel okyanusun yerini alırdı. (10221) Bunu araştırmalarıyla ortaya koyan Alman oryantalist ve leksikograf Wilhelm Max Müller (1862 – 1919), konuyla ilgili, ölümünden bir yıl önce, 1918 yılında yayınlanan çalışmasında şunları söylemektedir: “İlk zamanlardan bu yana Nil’in kaynağının Mısır’ın sınır bölgelerinde, yani Assuwan’ın çağlayanları arasında olduğuna inanılmıştır. Orada Nil bir bilinmeyen dünyadan ya da karanlıktan ya da bazen iki müstakil kaynaktan doğmuş ve iki nehre / kola ayrılmıştır ki, bu iki nehrin biri Mısır boyunca kuzeye akarken, diğeri de Nubya boyunca güney bir rota izler. Asya’nın ‘dört ana yöne akan dört nehir’ kavramı Mısırlılar’da Nil’in Elefantine’deki daha derin köklerinin sayı olarak dört olduğu şeklinde bir iz bırakmıştır. Öyle ki yaşam suyu, Çağlayan Tanrıçası Satet tarafından gösterildiği gibi, dört kavanozdan akmaktadır.” (10222)

     M. S. 1. yy’da yaşamış olan dünyaca ünlü Kudüslü Yahudî müfessir ve tarihçi Titus Flavius Josephus ya da gerçek adıyla Yosef ben Matityahu ha Kohen (37 – 100), takriben 93 – 94 yıllarında Latince olarak kaleme aldığı 20 ciltlik meşhur “Antiquitates Iudaicae” (Yahudîler’in Antik Tarihi) adlı eserinde, Yahudîler’in Tevrat’taki Gihon’u Ganj olarak ve Pişon’u da Nil olarak adlandırdığını nakletmektedir. (10223)

     Tevrat ve Talmud’un ilk kapsamlı tefsirlerinin müfessiri olan dünyaca ünlü Yahudî dîn âlimi Raşi ya da tam adıyla Rabbi Şlomo ben Yitzak (1040 – 1105) ise Pişon’u Nil ile özdeşleştirmiştir. (10224)

     Gerçek şu ki, Dicle ve Fırat’tan farklı olarak Pişon ve Gihon hiçbir zaman net bir şekilde tespit edilemedi. M. Ö. 200 – M. Ö. 175 yılları arasında Kudüslü Yahudî kâtib Ben Sirax ya da tam adıyla Şimon ben Yeşua ben Eliezer ben Sirax (? – ?) tarafından kaleme alınan ahlakî bir öğreti kitabı olan “Sirax Bilgeliği” (חוכמת סירח)’nde Dicle ile birlikte kısaca Pişon’dan da bahsedilir, ancak bu referans nehrin konumuna ışık tutmamaktadır. (10225)

     Bir Ortaçağ İbranî midraşı olan “Sefer haYaşar” (ספר הישר), Hz. Âdem’in torunu Enox (Hz. İdris) zamanında, Gihon Nehri’nin insanın kötülüğünden dolayı felâket bir sele maruz kaldığını iddiâ ediyor. (10226)

     Hinduizm’deki “dört nehir” konseptinin aynısı, hepsinden de çok daha eski bir dîn olan Eski Mezopotamya Dîni’nde de vardır. İslamiyet’e Musevîlik’ten, oraya Eski Mısır Dîni’nden, oraya da Hinduizm’den giren bu inanç, öyle görülüyor ki Hinduizm’e de Mezopotamya Dîni’nden geçmiş bir inanç.

     Eski Sümer ve Babil Dîni’nde Mezopotamya coğrafyası kutsal (mukaddes) bir coğrafyadır ve göksel Cennet’in haritasının yeryüzündeki izdüşümüdür. Bu dairesel dünyanın çevresinde acı nehir Nar-Marratum akar. Sümer – Babil Cenneti’ni çevreleyen nehrin dört kolu vardır. Cennetin çevresinde, tıpkı bir nehrin çevrelemesi gibi doğaüstü bir su bulunur. (10227)

     Öte yandan, ciddi bir araştırma yapıldığında, Tevrat’ın en başında, “Tekvin” (Yaratılış) bölümünde anlatılan “Aden Cenneti”nin, eski Mezoptamya’daki Sümer Uygarlığı’nın en eski şehri olan Eridu’daki tapınak bahçesi olduğu görülüyor. Mezopotamya’nın eski mitolojisinde tapınak bahçesinin, insanların yaratılmasında Tanrılar’ın ayrıcalıklı alanı olarak rol oynadığını belirten Alman Eski Doğu Filolojisi profesörü Manfried Dietrich (1935 – halen hayatta), çoktanrılı bir dîne sahip Sümerler’deki bu inancın olduğu gibi Tek Tanrı inancına sahip semavî dînlere ve Tevrat’a geçtiğini ortaya koymuştur. Dietrich’in aktarımına göre, Sümerler’deki bu Eridu Tapınak Bahçesi’nden, çok az bilinen bir Sümer yazıtı olan “Kazma”da bahsedilmektedir. (10228) Bu Sümer yazıtında, Cennet bahçesinde birlikte akan dört nehir vardır. Burada Dicle ve Fırat ile birlikte Uqnu-Karun ve Ulaya-Kerça adlarında iki nehirden bahsedilir. İşte bu iki nehir, Tevrat’a Pişon ve Gihon isimleriyle girmiştir. Uqnu-Karun Pişon adıyla, Ulaya-Kerça da Gihon adıyla. (10229)

     Tevrat’taki âyette Dicle ile Fırat yanında zikredilen Pişon ile Gihon’un Nil ile Ganj (veya İndus) olarak anlaşılması, belki de insanlığın gelişim sürecine ve uygarlık tarihine sembolik (müteşabih) bir göndermedir. Kutsal kitapların böyle müteşabih anlatımları oluyor, mâlumunuz. İlk uygarlıkların nerede, hangi vadilerde yeşerdiğini hatırlarsak, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Şöyle ki:

     Sümer Uygarlığı → M. Ö. 4000 civarı – Fırat ve Dicle vadisi

     Mısır Uygarlığı – M. Ö. 3000 civarı – Nil vadisi

     Harappa Uygarlığı – M.Ö. 2000 civarı – İndus vadisi

     Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.

     Bazı araştırmacılar ve arkeologlar, Tevrat ve Kur’ân’daki Aden Cenneti’ni Sümerler’deki Cennet bahçesi olan Dilmun ile özdeştirir. Bu araştımacılara göre, Tevrat ve Kur’ân’daki “Cennet’ten kovulma” hikâyesi, aslında insanlığın avcılıktan tarıma ve hayvancılığa geçişini yansıtıyor. Az önce ben de dedim ya, kutsal kitapların böyle müteşabih (sembolik) anlatımları vardır. Bu bilim insanlarına ve arkeologlara göre, birleşik dört nehir üzerindeki arazi Cennet Bahçesi olmalıydı. Çünkü bol su içeriği nedeniyle alışılmadık derecede verimliydi. O dönemin avcılarının ve toplayıcılarının ekilebilir araziler kurduğu ve çiftçiler haline geldiği Neolitik Dönem’den bahsediyoruz. Cennet’ten kovulma hikâyesi, o dönemde yaşayan insanların avcılardan çiftçilere geçişinin çarpıcı bir temsilidir. Diyorlar ki, “O zaman Âdem ile Havva ilk çiftçilere karşılık geliyor. Tanrı’nın kudretine meydan okuyarak günâh işlediler. Tanrı’nın rahmetini ummak yerine, işleri kendi ellerine aldılar ve çiftçilikteki bilgi ve becerilerine güvendiler. Buzul Çağı nedeniyle deniz seviyesinin 150 m daha alçak olması yüzünden zor anlar yaşıyor, yağışlardan ve sellerden olumsuz etkileniyorlardı. Tarım arazileri sular altında kalınca onlar için hayat bitiyor, su çekilince hayat yenibaştan başlıyordu. Nûh Tufanı’nın kutsal kitaplardaki öyküsü, bu nedenle bu toprakların deniz tarafından sular altında kalmasının yalnızca bir metaforudur.” (10230)

     Tevrat’ta bahsi geçen dört nehirde, Pişon ve Gihon nehirlerinin hangi nehirler olabileceği konusunda, ikili ihtimaller ve varsayımlar arasından, Aras (veya Kür) ve Kızılırmak ihtimali aslında bana en mantıklı gelen ihtimaldir. Çünkü bu olası ikili, belli olan ikili Dicle ve Fırat’a coğrafî olarak çok yakındırlar, hatta etrafını sarmaktadırlar. Dolayısıyla bu dörtlünün tek kaynağa bağlı olması, jeolojik olarak da mantıklı görünüyor. Fakat bunlar dînî kaynaklarda – nedense – üzerinde en az kafa yorulan iki nehir olmuş. Muhtemelen bu nehirleri tanımadıkları, bilmedikleri içindir. Şu gerçeği dikkate almanız gerekir ki, bu konu hakkında bu kadar kafa yoran ve elimizdeki metinsel kaynakların da müellifi olan ilim adamlarının nerdeyse tamamı, bizim coğrafyamıza uzaklar. Bu konuyu işlemiş ve bize kaynak bırakmış Yahudî âlimlerin (İsrail ve Mısır), Hristiyan âlimlerin (Yunanistan ve Avrupa) ve Müslüman âlimlerin (Arap Yarımadası ve Mağrib) nerdeyse tamamı Mezopotamya ve Kafkasya bölgelerine uzak yerlerde yaşamışlardır. Uygarlığın beşiği olan Mezopotamya’nın ana damarları Dicle ile Fırat’ı bilmeleri normal, dünyaca meşhurlar, ayrıca Kutsal Kitap direk isimlerini zikrediyor, fakat ben onların Aras ve Kızılırmak’ı bilmediklerini, tanımadıklarını düşünüyorum. Tanımadıkları ve bilmedikleri için de üzerinde durmamışlar kanaatindeyim.

     Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.

     Kimi kaynaklarda geçen Seyhun ve Ceyhun ise tamamen Seyhan ve Ceyhan ile isim benzerliğinden dolayı karıştırıldığı içindir. Seyhun ve Ceyhun ihtimali zaten sadece Arapça kaynaklarda geçiyor. “Encyclopedia of Islam”da, Araplar’ın Sir Derya’ya Seyhun adını, Amu Derya’ya da Ceyhun adını verdikleri belirtiliyor. (10231) Pekçok İslam âlimi ve tarihçisi, Araplar’ın Anadolu’daki Seyhan ve Ceyhan ile Maverâ’un- Nehir’deki Seyhun ve Ceyhun’u birbirine karıştırdığını söylemiştir. Tevrat’taki Pişon ve Gihon’un Seyhan ve Ceyhan olduğunu, Araplar’ın Seyhan – Ceyhan ile Seyhun – Ceyhun’u birbirine karıştırdığını belirten İslam âlimlerinin ve tarihçilerinin isimlerini ve bunları hangi eserlerinde söylediklerini aşağıda dipnot olarak sunuyorum. (10232)

     Şimdi de söz İslam Peygamberi Hz. Muhammed’de:

     Peygamber Efendimiz’in hadislerine baktığımızda; SeyhanCeyhanDicleFırat ve Nil nehirlerini görüyoruz. Bu da Tevrat’taki Pişon ve Gihon’un Seyhan ve Ceyhan olduğunu net biçimde göstermekte. Yani dört tane Cennet ırmağının dördü de bizim ülkemizde, bizim topraklarımızda. Burada fazladan bir nehir olarak Nil’i görüyoruz. Hz. Muhammed (sav)’in hadislerinde bu mevzû bazen dört nehir, bazen de beş nehir şeklinde geçiyor. Hepsinde de aynı nehirlerin ismi geçiyor. Dörtlü olan hadislerde eksik olan Dicle oluyor; sanırım bunun sebebi, Dicle – Fırat’ın tek ve beraber kabul edilerek naklin yapılmış olması. Bazı hadislerde beş nehirken bazı hadislerde dört nehir olması bu yüzden.

     Hadislere bakalım şimdi…

     “İbn-i Abbas’tan rivayet olunmuştur ki, Peygamberimiz (sav) meâlen şöyle buyurdular: Allah (cc) yeryüzüne beş nehir indirmiştir. Bunlar; Seyhan, Ceyhan, Dicle, Fırat, Nil’dir. Allah (cc) bu nehirleri Cennet kaynaklarından en alt kaynaktan Cebrail (as) vasıtasıyla yeryüzüne indirmiştir.” (10233)

     Bu hadisten, bu beş nehrin Cennet’ten yeryüzüne gönderilmiş nehirler olduğunu anlıyoruz.

     Bir diğer hadiste (aynı, sadece beş yerine dört nehir var), Hz. Muhammed şöyle buyuruyor: “Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil, hepsi Cennet nehirlerindendir.” (10234)

     Bilindiği üzere, dînî inanca göre, salih âmel işleyip öldükten sonra Cennet’e gidenlere Cennet’te çeşit çeşit ikrâmlar, her biri farklı bir içecek akan ırmaklar sunulacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle denir:

مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتٖي وُعِدَ الْمُتَّقُونَؕ فٖيهَٓا اَنْهَارٌ مِنْ مَٓاءٍ غَيْرِ اٰسِنٍۚ وَاَنْهَارٌ مِنْ لَبَنٍ لَمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُۚ وَاَنْهَارٌ مِنْ خَمْرٍ لَذَّةٍ لِلشَّارِبٖينَۚ وَاَنْهَارٌ مِنْ عَسَلٍ مُصَفًّىؕ وَلَهُمْ فٖيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْؕ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَٓاءً حَمٖيماً فَقَطَّعَ اَمْعَٓاءَهُمْ

“Rabb’ine itaatsizlikten sakınanlara vaadedilen Cennet’in temsili şudur: İçinde doğal nitelikleri bozulmamış su ırmakları, tadı bozulmamış süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları bulunan bir bahçedir. Onlar için ayrıca orada her meyveden mevcuttur, üstelik Rabb’lerinden bir de bağışlama lütfu.” (10235)

     İşte Hz. Muhammed’e göre, dünyadaki dört ırmak, Cennet’teki o dört ırmağın temsilî olarak bu dünyada insanlara gösterilmesidir. Buna göre; Nil Cennet’teki o bal nehri, Fırat şarap nehri, Seyhan su nehri, Ceyhan da süt nehridir. (10236)

     Aynı şekilde Hz. Ali (as) de Dicle ve Fırat nehirlerini övmüş ve tatlı sularının vücûda faydalı olduğunu bildirmiştir. (10237)

     Evet, bu nehirlerle ilgili hadisler de bunlar.

     Dünyaca ünlü Fars filozof ve müfessir Fahreddîn Razî, Allah’ın Dicle ile Fırat’ı Cennet’ten indirdiğini ve Yecuc ile Mecuc ortaya çıktığında bu iki akarsuyu tekrardan göğe kaldıracağını söylemiştir. (10238)

     Endülüslü ünlü Berberî muhaddis, müfessir, fakih, dilbilimci ve kıraat âlimi Kurtubî ya da tam adıyla Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Ebibekr bin Farac el- Ensarî el- Hazrecî el- Endelusî el- Kurtubî (1214 – 73), Kur’an-ı Kerîm’de geçen “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter” (10239) âyetini tefsîr ederken, Allah-û Teâlâ’nın bu âyette SeyhanCeyhanDicleFırat ve Nil nehirlerini kastettiğini söylemiştir. (10240) Aynı Kurtubî, aynı eserinde, hadis ravîlerinden Ka’ab (ra)’ın şu sözünü de aktarır: “Dicle Nehri, Cennet ehlinin suyudur. Fırat, Cennet ehlinin sütüdür. Nil Nehri onların içkisi ve Seyhan da onların balıdır. Bu dört nehir, Cennet’teki Kevser pınarından çıkmaktadır.” (10241)

     Kur’an-ı Kerîm’de geçen ve az önce zikrettiğimiz “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter” (10242) âyetini tefsîr eden yine Endülüslü Berberî müfessir Ebû Hayyan Muhammed bin Yusuf bin Ali bin Yusuf bin Hayyan el- Endelusî (1256 – 1344), yaptığı tefsirde aynı şeyleri zikretmekte, Allah’ın Dicle ve Fırat’ı Cennet’ten indirdiğini söylemektedir. (10243)

     Geçtiğimiz yüzyılda İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden biri olan İranlı sosyolog Ali Şeriatî (1933 – 77), bu konuyu işlerken değil ama, başka bir konuyu anlatırken Dicle ve Fırat hakkında ilginç bir metafor geliştirir. O’na göre Dicle ile Fırat, aslında Tevhîd ile Şirk’tir. Dicle – Fırat’ın akıntısı, insanlık tarihi boyunca süregelen ve süregidecek olan Tevhîd – Şirk mücadelesinin, Hak – Bâtıl mücadelesinin anlatımıdır. Şöyle ki: Bu iki nehir, tıpkı iki ayrı cephe olan Hak ve Bâtıl gibi, iki ayrı kaynaktan doğarlar ve birbirlerine paralel olarak akmaya başlarlar. Kâh yakınlaşır kâh uzaklaşırlar ama asla birbirine karışmazlar. Bağdat civarında birbirlerine en yakın duruma gelirler ve Aşağı Mezoptamya’da (bugünkü Irak’ın güneyi) çok yakındırlar, nefes nefese akarlar. Zirâ burası, Hak ve Bâtıl’ın birbirine en yakın olduğu ve göğüs göğüse çarpıştığı bölgedir (başta Kerbelâ Faciâsı olmak üzere diğer tarihsel hadiseleri hatırlayın, hatta halen dahi siyasî durum böyledir). Yolculuğun sonunda iki nehir birleşerek tek ırmak olup hesap vermeye giderler. (10244)

     Ali Şeriatî’nin bu ilginç ama çarpıcı metaforuna göre, Mezopotamya Allah’ın kitabıdır. Dicle ve Fırat ise Allah’ın bu kitaba yazdığı yazı, yani âyetlerdir. Dicle ile Fırat’ın akıntı şekilleri ve mavi yolculukları, bize tarih boyu Tevhîd – Şirk mücadelesinin nasıl seyrettiğini anlatmaktadır.

     Dicle ve Fırat nehirleri eski Mezopotamya uygarlıklarında büyük öneme sahipti ve “kutsal nehirler” olarak görülürdü. (10245) Örneğin Akkad Uygarlığı’nda Fırat bir Cennet ırmağıdır. (10246) Sümer Uygarlığı’nda da Dicle ve Fırat kutsaldı. Sümer Baştanrısı Enki, Dicle ve Fırat’ı ışıldayan sularla besler ve sonra ırmakları balıklarla doldururdu. (10247) Dicle Nehri’nin adı Sümerce’de “Tiggal” idi ve “Ulu Nehir” anlamına geliyordu. (10248) Batılılar hâlâ “Tigris” derler. “Sümer Tabletleri”nde Tanrı Enki’nin “Dicle’yi saçılan sularla doldurdu / Dicle’ye neşe getirdi / Dikildi Fırat’ın kıyısına / Ağaç beslendi Fırat’ın sularıyla” sözleri yer alır. (10249)

     Yunanlı bilge Plínios ya da tam adıyla Gáios Plínios Sekúndos o Presvúteros (23 – 79), Dicle’nin doğu kolu olan Birkleyn geçidine “Ölülerin yeraltı dünyasına girdiği yer” adını vermişti. Birkleyn suyunun kaybolduğu bu tünel, “dünyanın bittiği yer” kabul edilirdi. Bu kaynağın tavaf ettiği üç mağarada ölümsüz olmayı isteyen Asur krallarına ait kabartmalar ve çivi yazılı kitabeler bulunmuştur. Asur kralları I. Tukulti-apil-Eşarra (? – M. Ö. 1076) ve III. Şulmanu-Aşarêd (M. Ö. 890 – M. Ö. 824), geçide kabartmalar bırakarak ölümsüz olmayı denediler. (10250)

     Kürdistan – Harran çıkışlı bir dîn olup İslam, Hristiyanlık ve Musevîlik’in üçünden de daha eski olan (10251), hem “İncil”de hem Kur’ân’da bahsedilen (10252) Sabiîlik (Mandaeizm) dîninde de Dicle ile Fırat “yardna” (hayat suyu) olarak nitelenmiş ve kutsal sayılmışlardır. Yardna, “nûr âlemi”nden kaynaklanarak yeryüzüne akar. Bu nehirler, ilahî âlemle yeryüzü arasında bir köprü vazifesi görür. (10253)

     Kutsal kitaplarda geçen “Aden Cenneti”nin neresi olduğu sanırım yavaş yavaş belirginleşiyor.

     Cennet’in “Aden” olan ismine bakıp da, bunu günümüzde Yemen’in bir şehri olan Aden şehri ile karıştırmamalı. O tamamen bir isim benzerliği ve konuyla uzaktan – yakından bir ilgisi yok. Yemen’deki Aden, M. Ö. 1. yy’da kurulmuş bir yerleşim (10254) ve burada ilk insanlar yaşamaya başladığında Tevrat çoktan tamamlanmıştı. Hatta birkaç yıl sonra Hristiyanlık doğacaktı. Yemen’deki o şehrin ismi Aden diye orayı kutsal kitaplardaki Cennet sanmak, tıpkı ismim İbrahim diye sizin beni Hz. İshak ile Hz. İsmail’in babası sanmanız gibi saçma birşey. Çünkü onlarla benim aramda 4300 yıl var.

     Tevrat’ta “Eden” (עדן), Kur’ân’da “Adn” (عدن) şeklinde geçen ismin kökeni, eski Sümer Dili’nde “düzlük”“ova” anlamlarına gelen “Edin”, eski Babil Dili’nde “alüvyonlu ova” anlamına gelen “Edennu”, Eski Asur Dili’nde aynı anlama gelen “Edinu” ve eski Akkad Dili’nde “bozkır” anlamına gelen “Edinnu” sözcüklerine dayanır. (10255) Araştırmacılara göre “Tanrılar’ın Bahçesi” veya “İlahî Cennet” kavramı Sümer’de ortaya çıkmış olabilir. Bu “ölümsüzler evi” konsepti daha sonra Sümerliler’den Babilliler’e ve Akkadlılar’a geçmiştir. (10256)

     “Aden Cenneti”, Tevrat’ta “Gan- Eden” (גן עדן) şeklinde (10257), Kur’ân’da “Cennet’ul- Adn” (جَنَّاتِ عَدْنٍۜ) şeklinde (10258) geçiyor.

     Romanyalı ünlü dînler tarihçisi, filozof ve yazar Mircea Eliade (1907 – 86), dört dala ayrılan nehirleriyle Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin bir Mezopotamya imgelemesi olduğunu, insanın ilk yaratılışında “dünyanın merkezi”ne konumlandırıldığını, burada “Aden”den dünyanın merkezini anlamak gerektiğini ve oranın da yerleşik hayatın ve uygarlığın başladığı Mezopotamya toprakları olduğunu söylemektedir. (10259) Kur’ân-ı Kerîm’i Fransızca’ya çevirmiş olan Fransız İslamolog Denise Masson (1901 – 94) da aynı şeyleri söylemiştir. (10260)

     Bütün tarihçiler, araştırmacılar, dînbilimciler ve dîn âlimleri, Âdem’le Havva’nın yaratıldığı Cennet’in Mezopotamya’da olduğunu zaten öteden beri düşünmekteydiler. Esasında “toplumsal hafızâ” dediğimiz şey de – ki hiçbir zaman insanı yanıltmayan bir navigasyondur – Mezopotamya’yı işaret etmektedir.

     1994 yılında Göbeklitepe (Xrabe Reşk) ilk keşfedildiğinde, Batı medyası bunun haberini “Âdem’le Havva’nın Cennet’i Bulundu” başlığıyla duyurmuştu. Almanya’nın ciddî bir dergisi olan “Der Spiegel” (Ayna) dergisinde Göbeklitepe ile ilgili yayınlanan “Wegweiser ins Paradies” (Cennet Yol Tabelaları) adlı belgesel araştırma yazısında şunlar kaleme alınmıştır: “Tevrat’taki Aden Cenneti, Tevrat öncesi bir tarihsel süreç olan tarımın başlangıcına işaret ediyor. Tarımın başlangıcı, yine Bereketli Hilâl’in yaylalarına, Toros Dağları’nın kuzeydoğusundaki Urfa kentinde bulunan Balıklıgöl’ün yanında, İbrahim Peygamber’in doğduğu mağaranın bulunduğu ülkeye işaret ediyor. Köln’deki Max Planck Araştırma Enstitüsü’ndeki biyologlar, 68 modern bitki çeşidinin genomunu karşılaştırarak, onları, eski çağlarda Karacadağ yamaçlarında yetişen ancak günümüzde soyu tükenmiş yabanî bitkilerin menşeine kadar izleyebildiler. Bu, tahılın evcilleştirilmesinin burada başladığını gösteriyor. Karacadağ’ın yaklaşık 100 km güneybatısında kazı alanı Göbeklitepe’dir. Tarihöncesini araştıran kazı başkanı Klaus Schmidt, M. Ö. 9000 yıllarını elinde tutuyor. Kutsal bir tapınak için inşâ edilmiş bir site burası. Avcıların ve toplayıcıların burada inşaatçı oldukları, hiçbir örnekle kanıtlanamaz. Paleozoolog Joris Peters’e göre, bu süre zarfında 100.000 ve daha fazla hayvandan oluşan Yukarı Mezopotamya’da ceylan sürüleri ve yabanî eşekler avdan sonra arketipik yerleşik yaşam tarzı olan büyük et evlerinde saklanırdı. Yabanî tahıllar hasat edilmeden önce, hayvanlar tarafından ısırılmasını önlemek için çitlerle çevrilirdi. Eski Ahit, Tanrı’nın insana ‘Cennet Bahçesi’ni yetiştirmesini ve onu korumasını’ (Tevrat, Tekvin, 2:15) öğrettiğinde, benzer bir şeyi açıklar. Biyotop tükendiğinde bu değişti. Şimdi koyunlar, keçiler ve yaban öküzü evcilleştirildi ve tahıl yetiştirildi. Geçiş döneminde gıda krizleri ve kıtlıklar yaşandı. Taş Devri avcılarının iskeletlerinin ilk çiftçilerle karşılaştırılması, ilk çiftçilerin daha çok çalıştığını, hastalıklardan daha sık acı çektiğini ve daha erken öldüğünü, muhtemelen Cennet’ten kovulmanın bir hatırlatıcısı olarak mitolojik olarak işlendiğini gösteriyor.” (10261)

     Göbeklitepe (Xrabe Reşk) ile ilgili olarak Almanya’nın en ciddi gazetelerinden biri olan “Frankfurter Rundschau”da 25 Kasım 2011’de yayınlanan arkeolojik araştırma yazısı, “Lag Hier das Paradies?” (Cennet Burada mı Yer Alıyor?) başlığını taşıyordu. Yazının altbaşlığı ise “Eine Reise zum Ursprung der Zivilisation” (Medeniyetin Kökenine Bir Yolculuk) şeklindeydi. “Kutsal kitaplardaki Cennet Bahçesi eğer gerçekten var ise, burası kesinlikle Toros ve Zagros Dağları’nın arasındadır. Bununla ilgili bazı kanıtlar var. İbrahim Peygamber’in doğum yeri olduğu varsayılan Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe’nin de bu bağlamda önemli bir rol oynaması mümkün.

M. Ö. 10.000’den beri insanoğlunun bildiği en eski yapıların bulunduğu bu büyüleyici kazıda ortaya çıkanlar, önceki bilimsel öğretileri denize attı” cümleleriyle başlayan yazıda, “Çünkü hakim görüşe göre, avcılar ve toplayıcılar o zamanlar tapınak veya erken şehirler bile inşâ edemiyorlardı” deniliyordu. Yazıda, yıllardır seslendirdiğim “Kürtler kendi kudretli tarihlerini bilmiyorlar, bilseler bu halde olmazlar çünkü bugünkü durumlarını kabul etmezler” sözümü tasdik edercesine, “Bugünün Güneydoğu Anadolu sakinleri, bölgelerindeki Neolitik ‘Gülüşler Ülkesi’ hakkında çok az şey biliyorlar” ifadesi yer alıyor. Yine yıllardır ekolojik sebeplerden dolayı en şiddetli biçimde karşı çıktığım barajlara ve baraj yapımlarına da değinilen yazıda, tam olarak şu çarpıcı ifadeler kullanılıyor: “Barajların dezavantajları: Suriye ve Irak’tan büyük miktarda su çalıyorlar, topraklar fazla tuzlu hale gelebiliyor ve iklim değişebilir. Nevalê Çorî’nin M. Ö. 8600 – M. Ö. 8000 dönemindeki erken Neolitik yerleşimi gibi dünya çapında benzersiz kazı alanları sular altında. Hatalarla dolu bir Cennet!” Tevrat’ın kendisinden önceki kaynakları kullanmasıyla bilindiğini dile getiren yazıda, net biçimde “Tevrat ve Kur’ân’daki Cennet’in özel koordinatlarını arıyorsanız, araştırmanız burada iyi sonuçlar vaadediyor” denilirken, şunlar kaleme alınıyordu: “Belki de Cennet hikâyesi eski bir tarihsel gerçektir. Bilim adamlarına göre, avcı – toplayıcı toplumdan yerleşik hayata geçişin zor durumunu yansıtıyor olabilir. Bu gelişme muhtemelen uzun bir süredir ve mücadelesiz olarak gerçekleşmiştir.

Bunun Tevrat’taki resmi olan çiftçi Kabil ile çoban Habil arasındaki çatışma, aslında yeniden üretimin başladığı M. Ö. 9000 – M. Ö. 6000 arasındaki gerçek durumun anlatımı olabilir. Cennet bulmacasını daha da ileri götürürsek, Eden kendisini M. Ö. 12.000 civarında Buz Devri’nin sona ermesinden sonraki durum olarak gösterir. Fauna ve bitki örtüsü benzeri görülmemiş bir bollukta gelişir, avcılar bereket içinde dolaşırlar ve avlarından elde edilen bol miktardaki eti depolamak için iyi havalandırılmış depolar inşâ ederler. Ancak bir noktada Cennet sona erdi, bitki ve hayvanların doğal zenginliği tükendi, açlık insanları kendi tahıllarını yetiştirmeye ve evcil hayvan yetiştirmeye zorladı. Bilim adamları, Bereketli Hilâl bölgesinde durumun tam olarak böyle, Âdem – Havva ve Habil – Kabil hikâyesindeki gibi yaşandığını kanıtladılar. Kültür bitkilerinin ve ilk evcil hayvanların tüm vahşi biçimleri burada meydana geldi. Cennet burada mıydı? Âdem ve Havva’nın bahçelerinden atılması, ‘alınlarının teriyle’ yeni bir toplumsal gelişme aşamasına başlamak için bir çağın sonu mu?” (10262)

     Nitekim Kur’ân’daki ve Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin kökeni olan Sümer Dili’ndeki “Edin”, Sümer metinlerinde Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adı olarak geçmektedir. Bir Sümer efsanesinde ise ilk insanların bu arazi üzerinde yaşadıkları belirtilmektedir. (10263) Âdem’le Havva’nın Tevrat ve Kur’ân’daki kıssasının Sümer mitolojisine ait birçok unsur içerdiğini belirten Ukrayna kökenli ABD’li Sümerolog ve Sümer Dili uzmanı Samuel Noah Kramer (1897 – 1990), şunları söylemektedir: “Sümerler’e galip gelen Babilli Samîler, kendi ölümsüzlerini “yaşayanların ülkesi” olarak bu Dilmun’a yerleştirmişlerdi. Fışkıran suları Fırat ve Dicle ile birlikte dört bucağın nehirlerini oluşturan doğuya uzanmış Tevrat’taki Cennet, Eden Bahçesi, Sümerler’in Cennet memleketi olan Dilmun ile orijinal olarak birbirine benzemektedir. Ayrıca, Tanrıçalar’ın ağrısız, sancısız doğumu, Havva’ya çocuklarını sancılarla dünyaya getirmesi için yapılan lanetin arkaplanına ışık tutmaktadır. Yine Su Tanrısı Enki’nin yasak bitkiyi yemesi ve yaptığı kötü hareket için lanetlenmesi, Âdem ve Havva’nın bildikleri ağacın meyvesini yemelerini ve her ikisinin bu günahkâr hareketlerinden dolayı lanetlenmesini hatırlatmaktadır.” (10264)

     Sümer mitolojisinde Dilmun, aslanların öldürmediği, kurtların kuzuları kapmadığı, kuzgunların seslerini çıkarmadığı, oğlakların yabanî köpekler tarafından kapılmadığı emin bir yer olarak betimlenmektedir. Orası ağrıların, sıkıntı ve ıstırapların olmadığı, ihtiyarların ihtiyarlıktan yakınmadıkları, rahiplerin ağlamadıkları ve şarkıcıların ağıt yakmadıkları bir mutluluk diyarı olarak anlatılmaktadır. Ayrıca, ırmak kenarında Tanrılar’ın dolaştığı, cinselliğin olduğu bir yer olarak tasvir edilmektedir. (10265)

     Kutsal kitaplardaki “Aden Cenneti”nin var olduğuna inanan bilim insanları ve araştırmacılar, Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın yaratıldğı ve insan hayatının başladığı bu Cennet’in yerini tarif etmeye çalışırlarken, galiba “başları ağrımasın” diye, tek kelimeyle yapabilecekleri tarifi birçok kelime kullanarak yapmışlar, lafı eveleyip geveleyip, “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”“Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden (= Bağdat) yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”“İran’ın güneybatısı”“İran’ın güneybatısından batıya doğru”“İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” gibi ifadelerle tarif etmişlerdir. (10266)

     Bilim insanları çok ürkek ve utangaç insanlar oldukları için (aldıkları aile terbiyesinden olsa gerek) söylemeye çekinmişler ama çizdikleri koordinatlar tam olarak Kürdistan coğrafyasıdır.

     Kitabın “Giriş” kısmında bahsettiğim, Kürtler’e karşı inkârcı ve yok sayıcı, Kürdistan’a karşı sansürcü ve üstünü örtücü “tarih yazımı” işte tam olarak bu, kardeşlerim! Oysaki verdikleri koordinatlar örneğin Hindistan’ı gösterseydi, hiç lafı eveleyip gevelemeden “Hindistan” derlerdi, Habeşistan’ı gösterseydi hiç lafı eveleyip gevelemeden “Habeşistan” derlerdi. Ama verdikleri koordinatlar Kürdistan’ı gösterince diyemiyorlar, lafı eveleyip geveliyorlar.

     Bu nasıl bir tariftir, Allah ve Yehova hatta Enki aşkına? Bilimselliğe, bilim ahlâkına, bilim namusuna sığar mı şu şekil coğrafî tanımlamalar: “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”“Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”“İran’ın güneybatısı”“İran’ın güneybatısından batıya doğru”“İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” …

      Halbuki ismini söyleyemeyip “İran’ın güneybatısı” diye tarif ettikleri yerin bugün İran devletindeki resmî ismi bile “Ostanê Kurdistan” (ﺍﺴﺘﺎﻥ ﻜﺭﺪﺴﺘﺎﻥ) yani “Kürdistan İli”dir. Yine “İran’ın güneybatısından batıya doğru” diye tarif ettikleri yerin de bugün Irak devletindeki resmî ismi bile “İqliym Kurdistan” (إقليم كردستان) yani “Kürdistan Bölgesi”dir ve orayı uluslararası tanınırlığı olan resmî Kürdistan Hükûmeti yönetiyor. “Basra Körfezi’nden Kafkasya’nın güneyine kadar olan topraklar”“Dicle ile Fırat’ın en yakın yerinden yukarıya doğru, Kafkasya’ya kadar olan bölge”“İran ile Anadolu arasındaki coğrafya” şeklindeki tanımlamalar da resmen 5 parça Kürdistan’ın tamamıdır.

     Peki bu dürüstlük müdür? Bilim namusu diye birşey yok mu, olmamalı mı?

     Ben Almanya’da yaşıyorum. Burada, oturduğum kasabada veya çalıştığım işyerinde bir Alman hangi ülkeden geldiğimi öğrenmek için bana “Woher kommst du?” diye sorduğunda, ona tek kelimeyle “Türkei” (Türkiye) diyorum. Lafı eveleyip geveliyor muyum?

     Örneğin bana hangi ülkeden geldiğimi soran Almanlar’a şöyle cevap veriyor muyum: “Ege’nin doğusundan başlayarak İran sınırına kadar olan topraklardan geliyorum”“Karadeniz’in güneyinden başlayarak Akdeniz’e kadar olan yerlerden geliyorum”“Kafkasya’nın güneyinden Yukarı Mezopotamya’nın gövdesine kadar olan coğrafyadan geliyorum”… Bu ne yaaa? Alt tarafı “Türkiye” diyeceksin, hepsi bu!

     Komik, değil mi? İşte onlar da böyle komiklik yapıyorlar.

     Fakat bazıları azıcık daha cesur davranmışlar. Örneğin Britanyalı antik tarih araştırmacısı Andrew Collins (1957 – halen hayatta), Tevrat’ta sözü edilen Aden Cenneti’nin “Gözleyenler” adı verilen Yukarı Mezopotamya’da ileri bir medeniyet kurmuş olan bir topluluğun ülkesi olduğunu söyler. (10267) Yukarı Mezopotamya’nın neresi olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Elbette Kürdistan.

     Ünlü Fransız sanat tarihçisi ve fotoğrafçısı François-Xavier Lovat (1963 – halen hayatta), Kürdistan’ı gezerek ve coğrafyamızın harika doğasının binlerce fotoğrafını çekerek bir “Kürdistan Seyahatnamesi” hazırlamış ve hazırladığı bu çalışmayı Avrupa’da harika fotoğraflarıyla beraber 2006 yılında yayınlamıştır. Lovat’ın yayınlanan kitabının adı ne midir, söyleyelim: “Kurdistan: Land of God” yani “Kürdistan: Tanrı’nın Ülkesi”. (10268)

     Kitabın ismi çok güzel çünkü Kürdistan’ın “Tanrı’nın Ülkesi” olduğunu bizzat Tanrı söylüyor. Kutsal kitaplar söylüyor.

     Birçok araştırmacıya göre, şayet Tevrat ve Kur’ân’da anlatılan “Aden Bahçesi” gerçek ise – ki biz gerçek olduğuna inanıyoruz – bu, Kürdistan’ın kalbi durumundaki Diyarbakır (Diyarbekir) ilindeki Hevsel Bahçeleri’nden başka bir yer olamaz. Bu Cennet Bahçesi tam olarak Hevsel Bahçeleri’dir. (10269) Zirâ Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri hem coğrafî konum olarak hem de bahçenin özellikleri bakımından kutsal kitaplardaki Cennet bahçesi Aden’e en uygun yerdir ve birebir örtüşmektedir. Âdem’le Havva’nın yaratıldıkları Cennet’te yaşananlar (değişik türdeki ağaç ve meyveler, yılan hadisesi, yasak meyvenin yenmesi vs.), bunlar eğer gerçekten yaşanmışsa, olsa olsa burada yaşanmıştır.

     Hevsel Bahçeleri, Dicle Nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi ile nehir vadisi arasında yer alan yaklaşık 700 hektarlık verimli bir arazi. Müstahkem şehir, iki bölümlü bir savunma duvarları sistemi ile çevrili ve dik yamaçtaki pınarlarla beslenen bahçeler, şehrin tedarikinde ve sulanmasında önemli bir rol oynar. Çok farklı türlerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek alanlara (habitat) sahip Hevsel Bahçeleri, bölgenin en büyük kuş cennetidir. 180’den fazla kuş türünün yanısıra su samuru, tilki, sansar, sincap ve kirpi gibi birçok memelinin barınağıdır. Göçmen kuşlar tarafından bir istasyon, dinlenme, barınma ve korunma yeri olarak kullanılan vadide bölgeye has kuşlar olarak bilinen boz alameceklerle pembe göğüslü ötleğenlerin yanısıra yabanî şahin, kızıl şahin, arı şahini, yılan kartalı, gökçe delice, kukumav, kerkenez ve küçük kerkenez gibi yırtıcı kuşlara da yılın hemen her mevsiminde rastlanmaktadır. Ülkemizde nadir bulunan yaz atmacalarına da evsahipliği yapar. (10270)

     Hevsel Bahçeleri, şehir ve nehir arasında, bölge sakinlerine su ve yiyecek sağlar. Bazaltın altından çok sayıda kaynak çıkar ve bahçeler mevcut Dicle taşkın yatağının üzerinde beş terasa bölünmüştür. (10271) Günümüzde bahçelerin yaklaşık üçte biri kavak yetiştirmek için, geri kalanı ise çok çeşitli ürünlerin yetiştirilmesi için kullanılmakta. Bahçede lahana, ıspanak, marul, turp, yeşil soğan, maydanoz, su teresi, patlıcan, kabak, domates, biber, fasulye, şeftali, kayısı, erik, kiraz, incir, dut ve kuruyemiş yetişir. (10272)

     Hevsel Bahçeleri, 2013 yılında “Dünya Mirasları” listesine girmesi için Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)’ne aday gösterildi. (10273) 2015’te ise UNESCO tarafından “Dünya Mirası” ilan edildi. (10274)

     Yazılı kaynaklarda kendisinden ilk olarak M. Ö. 9. yy’a ait Aramice kaynaklarda bahsedilen Hevsel Bahçeleri’nin 7000 – 8000 yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. (10275) Bu da, Tevrat’taki kronolojik takvimde gösterilen (10276) Âdem ve Havva ile tam yaşıt olduğunu gösteriyor.

     Kaynaklarda o kadar ilginç şeyler var ki, insan araştırdıkça, okudukça gerçekten hayretler içinde kalıyor. Örneğin Ermeni tarihçiler ve araştırmacılar, Diyarbakır’ın eski tarihsel adı olan ve halen Kürtler tarafından kullanılan “Amed” isminin aslında “Adem” olduğunu, çünkü ilk insan Hz. Âdem’in burada hayata başladığını, fakat zamanla “Adem” ismindeki “d” ve “m” harflerinin yer değiştirerek “Amed” şekline dönüştüğünü söylüyorlar. Bunların söylediğine göre, Diyarbakır’ın Bağlar semtinde o zamanlar “Âdem’in bağları” varmış. (10277)

     Dicle Nehri’ni tarih boyunca kutsal kabul etmiş olan Diyarbakır halkı da Dicle’nin “Allah’a giden yol” olduğuna inanmış, On Gözlü Köprü’den Dicle’ye “Yaradan’a ulaşmak üzere” dilekçeler göndermiştir. (10278) Herhangi bir kaynakta rastladığım bir bilgi değil ama, kişisel olarak benim zihnimde yer edinen bir şüphe: “Yaradan’a ulaşmak için” yapılan köprü neden “10 gözlü”? Yoksa kutsal kitap Tevrat’taki “On Emir” (10279) ya da İbranice özgün adıyla “Aseret ha Dibrot” (עשרת הדיברות) mu? Çünkü Yaradan(ın yolun)’a ulaşabilmek için, “On Emir”e uymak gerekiyor.

     Mardin (Mêrdîn)’de bulunan Deyr’uz- Zaferan Manastırı ya da Süryanîce özgün adıyla Dairo d-Mor Xannanyo (ܕܝܪܐ ܕܡܪܝ ܚܢܢܝܐ) da kutsal kitaplarda anlatılan Aden Cenneti’nin Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri olduğuna inanıyor. Süryanîlik’teki kilise kayıtları, Süryanî dilinde “Fardayso” (= Firdevs) olarak bilinen Aden Cenneti’ni burada gösteriyorlar. (10280)

     Aden ismi eskiden Diyarbakır için kullanılırdı. Eski Diyarbakır terminolojisinde Hevsel Bahçeleri’ne Aden Bahçesi denirdi. O bölgeye de “Deniz Kenarındaki Bahçeler” anlamında “Aden Bahçeleri” denilirdi. “Hevsel” sonradan takılan bir isim olup “atık suların akıtıldığı yer” (bizim “haram su” diye tabir ettiğimiz) anlamına gelmektedir. (10281)

     Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Kur’ân’daki ve Tevrat’taki “Aden Cenneti”nin kökeni olan Sümer Dili’ndeki “Edin”, Sümer metinlerinde Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adı olarak geçmektedir. Bir Sümer efsanesinde ise ilk insanların bu arazi üzerinde yaşadıkları belirtilmektedir. (10282) Sümer mitolojisinde Dilmun, aslanların öldürmediği, kurtların kuzuları kapmadığı, kuzgunların seslerini çıkarmadığı, oğlakların yabanî köpekler tarafından kapılmadığı emin bir yer olarak betimlenmektedir. Orası ağrıların, sıkıntı ve ıstırapların olmadığı, ihtiyarların ihtiyarlıktan yakınmadıkları, rahiplerin ağlamadıkları ve şarkıcıların ağıt yakmadıkları bir mutluluk diyarı olarak anlatılmaktadır. Ayrıca, ırmak kenarında Tanrılar’ın dolaştığı, cinselliğin olduğu bir yer olarak tasvir edilmektedir. (10283)

     Aden kavramıyla çok ortak yönü olan mitsel Dilmun’un köklerinin Dilaman’la ilgili olduğu söylenir. Zerdüştîlik’in kutsal metinlerinden biri olan “Bundahisn”, Dilaman’ın Dicle’nin doğduğu kaynağın yakınlarında bir yerde olduğunu söyler. Dicle’nin doğduğu kaynak nerede? Elazığ (Mezire) ilimizin güneyinde, Hazar Gölü’nün güney sınırında başlayan mıntıka. Tam olarak Diyarbekir olan bu bölge Aden toprağı ile eşanlamlıdır. (10284)

     Son bir not düşüp bu bahsi kapatalım:

     Bütün bu araştırmaları ve ilmî çalışmaları, güzel Diyarbekirimiz’i henüz görmemiş olan insanlar için yaptık. Diyarbekir’i gören ve bilen insanlar için bu kadar ilmî araştırmalar yapmaya, dînî ve tarihî kaynakları taramaya gerek yoktur.

     (i)Çün ki, Diyarbekir’i bir kere olsun görmüş olan herkes, oranın Cennet olduğunu zaten bilir.

– devam edecek –

     DİPNOTLAR:

(10187): Tevrat, Tekvin, 2:8 – 17

Kaynak için : https://www.sediyani.com/?p=45578#comment-3604

binguven-bal2
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.