Her dinin mensupları arasında ‘dindar’ olarak tanımlanan insanlar vardır. İslam’da, ölçüsü ‘takva’ olan dindarlık; Allah’a, kâinata ve insanlığa karşı duyarlılık ve sorumluluk bilinci ile ahlaklı bir yaşam tercihi demektir.
Bu bilinç, dindar insanın hayatının her alanına nüfuz eder.
Bu durumda akletmeyen, sorgulamayan, okumayan, öğrenmeyen, araştırmayan, sorumluluk duymayan, dürüst-ahlaklı-güvenilir-adil olmayan elbette dindar olamaz.
Buna göre; duyarsızlık-sorumsuzluk-haksızlık-hukuksuzluk-yolsuzluk-hırsızlık-adaletsizlik-ahlaksızlık-cehalet-bilgisizlik-yobazlık-dinbazlık gibi ilahi ve insani olmayan özelliklerle dindarlığı/dindarı birleştirmek gerçekçi değildir.
Daha açık bir ifade ile ‘takva’ tanımına uymayan ve sadece bir Müslümanlık kültürüne dönüşen ‘ibadet’ diye yerine getirilen ritüellerle ‘dindarlığı/dindarı’ tanımlamak İslam’a aykırı olduğu kadar dindarlığa ve dindarlara da haksızlık ve zulüm olur.
Asırlardır Müslümanların hayatına hâkim olan ‘İslam dindarlığı’ değil, ‘Müslümanlık’ kültürü olmuştur.
Müslümanlık da İslam demek değildir. Doğal olarak ‘İslam dindarlığı’ anlayışı da İslam’a göre değil, Müslümanlık kültürüne göre şekillenmiştir.
Müslümanlık ise din adamları aracılığıyla öğrenilen ve egemenlere göre şekil alan, din adamları tarafından coğrafi ve konjonktürel koşullara uydurulan, kutsallarla toplumu kuşatan bir kültür halini aldı.
Bu kültürde dinbazlık da ‘dindarlık!’ olarak benimsenmiş oldu. Böylece kutsalların pazara açılması ‘dindarlık’ özellikleri olarak görülmeye ve karşılık bulmaya başladı.
Dinbazlık; egemenler, politikacılar, yöneticiler, zenginler tarafından kabul gördükçe toplumda da meşruiyet kazandı ve dinbazlar da saygın ve etkin hale geldiler.
Artık makbul Müslümanlık ölçüsü ‘dinbazlık’ oldu. Dindarlık ve dindarlar ise yabancılaştı ve ‘öteki!’ durumuna düştüler.
Aradaki farkı fark etmek ve birbirinden ayırmak artık hiç de kolay değil. Dindarlar, ibadetlerini sırf Allah için ve Allah’ın rızasını kazanmak için gösterişten ve riyadan uzak, sade ve doğal yaşarken, dinbazlar riyakârlığı, gösterişi dinin bir ritüeli haline getirdiler.
Dindarlar, yeryüzünü ‘mescit’ (namaz kılmaya uygun yer) olarak kabul ettikleri için gösterişli ve ihtişamlı camiler inşa etmeyi israf sayıp ihtiyaç halinde mescitler inşa ederken egemenler, politikacılar, zenginler dinbazlar marifetiyle ihtişamlı camiler, türbeler, minareler inşa etmeyi ibadet saydılar.
Dindarlar için israf olan; dinbazlar için itibar ve hayır-hasenat oldu!
Adalet, yüce ahlak, güvenilirlik ve dürüstlük gibi ‘İslam şiarı’ yerine Müslümanlığın şiarı olan debdebeli camiler, ihtişamlı ibadethaneler, gösterişli külliyeler tesis edilmektedir.
Artık özel ayinler, disipline edilmiş ritüeller, cübbeli-sarıklı-sakallı hoca efendiler, müftüler, vaizler, ğayıptan haber veren yobazlar, cennet pazarlayan ve parselleyen sahtekârlar ve şarlatan din adamları rehber ve kılavuz oldular.
Böylece efsanelerle, yalan tarihle, ecdat güzellemeleriyle, uydurulmuş hadislerle, menkıbe ve rüyalarla topluma dini istikamet verilmeye çalışılmaktadır.
Politikacısından iş adamına, bürokrattan müteahhidine, cemaatten din adamına kadar ellerinde Kur’an olduğu halde içeriğinden habersiz ve gafil, dillerinde Muhammed Mustafa olduğu halde yüceahlaktan yoksun bir ‘dinbazlık’ ve ‘istismar’ kültü ve düzeni oluştu.
Öylesine bir ‘Müslümanlık’ gelişti ki tam da Ömer Hayyam’ın tanımladığı gibi:
Bir elinizde kötülük,
Bir elinizde Kur’an.
Bir helaldir işiniz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada;
Ne tam kâfirsiniz,
Ne tam Müslüman
Biliyoruz ki, ihtişamlı camiler, yüksek minareler, altın kubbeli türbeler, şaheser kiliseler, havralar, sanat eseri devasa tapınaklar gibi ibadet mekânların hiçbiri din ve dindarlık gereği değil, güç ve sömürü araçları ve sembolleridir.
Din, bu mekânların tamamında garip, yabancı ve din adamlarının elinde rehin durumdadır.
Bu nedenle dindarları; camilerde, cemaatlerde, tarikatlarda, Kur’an Kurslarında, Tekke ve medreselerde, imam hatip okullarında, Diyanet ve dini kurumlarda, vakıf-dernek-cemiyet-parti gibi örgütlü yapılarda, cübbe-sarık-sakal-başörtüsü gibi giyim ve biçimde aramak, oralarda olduğunu düşünmek yanlıştır.
Elbette bu kesimler arasında da dindarlar vardır ancak dindarlık bireyseldir. Görüntüde, gösterişte değil, yaşam alanında kendini gösterir.
Aklı, ilmi, irfanı, Kur’an’ı, Muazzez peygamberi ve insanlığı önceleyen dindarlar makbul ve muteber insanlardır. Varlıkları insanlığın yararınadır.
Dinbazlar için en büyük tehdit ve tehlike de dindarlardır. Bu nedenle dindarları ‘öteki’ olarak tanımlıyorum.
Dinbaz; ticaretinde, siyasetinde, ilişkilerinde dini söylemler ve ritüeller kullanır, dindar ise dindarlığın ve iyi insan olmanın da gereği olan dürüstlüğü, doğruluğu, güvenirliliği ve adaleti esas alır ve öyle davranır.
Dindar, ibadeti yarışmak için, gösteriş ve çıkar için yapmaz. İyilikte yarışmayı, iyilikte dayanışmayı ve yardımlaşmayı amaçlar.
Dindar, dinini ve ibadetlerini mevki-makam, mal-mülk, ticaret ve siyaset için referans vermez. Dindarın referansı ahlaktır, adalettir, bilgidir, dürüstlük, doğruluk, güven, ehliyet ve liyakattir.
Son yüz yılda dinbazlık; din ile adaletin, din ile ahlakın ayrışması ve din ile siyaset ve iktidarın bütünleşmesiyle zirve yapmıştır. Bu anlayışta artık din garip oldu ve bize yabancılaştı.
Siyasal dinbazlığın öncelikle ötekileştirdiği ve düşmanlaştırdığı kesimler de dindarlardır.
Bu nedenle dindar ‘çoğunluk’ değil, azınlıktır ve ‘öteki’dir.
Müslümanlar olarak asırlardır düştüğümüz hazin durumun özetini şöyle ifade edebilirim: Din bize yabancı, biz dine yabancılaştık.
Din diye inandığımız İslam değil, İslam diye yaşadıklarımız da din değildir…
Dini ‘garip’ olarak nitelendirirken ülkemizin en güzel ‘Gazelhan ve Mevlithan’ isimlerinden olan güzel ve billur sesli Abdullah Babur’u, nam-ı diğer Mevlithan Mustafa’yı anmadan geçmek eksiklik olur.
Diyarbakır’da yaşayan ve “Diyarbekir üzerine” sohbet edilebilecek çok az sayıda insanlardan biridir.
Mevlithan Mustafa’yı sadece güzel sesi ile ve seslendirdiği gazellerle değil, mertliği, cömertliği, kimseye “Eyvallah” etmeyen dik duruşu ile Diyarbekirli karakterini yansıtan kimliği ve tarih bilgisiyle hatırlatmak isterim
Mevlithan Mustafa’yı, Diyarbakır’ın ‘yaşayan tarihi’ olarak adlandırmak hiç de mübalağa değildir.
Her vaktin makamına göre ezan okuyan Mevlithan Mustafa’nın Ulu Camii minareden yükselen gür-yakıcı sesine hayranlıkla kulak kabartmayan yok denecek kadar azdır.
Ben de her denk geldiğimde durup, ezanın bitimine kadar o güzel sesi hayranlıkla dinler ve etkisinde kalarak yoluma devam ederdim.
Sadece okuduğu ezanla değil, okuduğu mevlit ve gazellerle mest olmamak imkânsızdır.
Şöhretini Diyarbakır veya Şarkla sınırlandırmak eksiklik olabilir. Çünkü O Türkiye’nin en güzel ‘gazel’ okuyan gazelhanlarından biridir, kanaatime göre en iyisidir.
Umarım, kendisini ‘Gazel Bülbülü’ olarak tanımlamamdan incinmez!..
Yazıma da ilham veren şu güzel mısralar kendisine aittir:
Ey gönül buradan gidelim
Yanalım din garip oldu
Bu fenada biz nidelim
Yanalım din garip oldu
Ne âlim kaldı âlemde
Ne insaf kaldı zalimde
Hüküm kalmadı hâkimde
Yanalım din garip oldu
Âlimler ilmini gizler
Yanında çalınır sazlar
Ferah buldu bênamazlar
Yanalım din garip oldu.