Yazarımız Abdulbaki Erdoğmuş, “İslam ve Milliyetçilik – 3: İslam Açısından Milliyetçilik” konulu dizi yazısının 3. ve son yazısından yine ayet ve sahih hadislere dayandırdığı yazısında çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Siyasal ve İdeolojik Milliyetçilik
Tekrarlamakta fayda olduğunu mülahaza ediyorum: 18. yüzyılda Fransız ihtilali ile şekillenip 19. yüzyılda Avrupa’yı, 20. yüzyılda ise tüm dünyayı kuşatan milliyetçilik, başta Birinci ve İkinci Dünya Savaşları olmak üzere yakın dönemin katliam ve tahribatlarına neden olmuş sorunlu bir ideolojidir.
Yüz yılı aşkın bir süredir Müslüman coğrafyasında da sayısız trajedilere sebep olmuştur. 18. yüzyılın milliyetçi/ulusçu arayışları sadece coğrafyamızı değil, zihin dünyamızı bölen asıl nedenlerin de başında gelmektedir.
Modern çağın bir siyasal/ideolojik akımı olan milliyetçilikle İslam arasında bir bağ kurmanın Kur’an ruhuna ve Peygamber sünnetine/yaşamına uygun olmadığı kanaatindeyim. İster seküler olsun ister dini kaynaklarla desteklenmiş olsun milliyetçiliğin, Kur’an merkezli İslam düşüncesinde köklerini bulmak mümkün değildir.
Esas itibariyle İslam inancına göre milliyetçilik/üstünlük; “şeytani” bir teoridir, çünkü ilk defa İblis (Şeytan), üstünlük iddiasıyla Allah’ın emrine isyan ederek Âdem’e secde etmeyi reddetmiştir.
Kur’an’da, aslı toprak olan insanlığın erkek ve kadın olarak aynı özden yaratılarak ve birey olarak yeryüzüne dağılması, Allah’ın kudretine işaret eden delillerden olduğu gibi, dil ve renk farklılığını da bir ders/ibret olarak insanın dikkatine sunulmaktadır.
“Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için dersler/ibretler vardır.” (Rum Suresi, 22)
Ayet, açıkça dil, renk, ırk gibi doğal farklılıkların insanın kendi elinde ve iradesinde olmadığı, Allah’a götüren semboller ve işaretler olduğunu ifade etmektedir. Buna göre doğal farklılıkların “değerlilik” ve “üstünlük” vesilesi olamayacağı, aksine diğer ayetler gibi Allah’a götüren bir ayet olduğu ortadadır.
Dolayısıyla farklılıkların inkârı ayeti inkâr, bir topluluğun asimile edilmesi de ayeti değiştirmek demektir.
Veda Hutbesinde Eşitlik Manifestosu
“İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir” diyen Resul-i Ekrem (sav) Veda Hutbesinde de yaklaşık yüz bin kişiye hitap ederek eşitlik manifestosunu açıklamıştır:
“Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Haberiniz olsun ki takva dışında hiçbir Arap’ın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da Arap olana, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın da siyaha karşı bir (milliyet-renk) üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki İlahi huzurda en değerliniz en muttaki olanınızdır…”
Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’in verdiği tarihî bilinç ırk, soy ya da coğrafi değil; iman-isyan, adalet-zulüm, ölçü-aşırılık gibi insani değerler temelindedir. Kur’an’a göre üstün bir ırk, ayrıcalıklı bir renk, necip bir millet yoktur. İslam’ın öngördüğü eşitlik, her türlü milli ülkünün ötesindedir.
İnsanlık eşit ve aynı özden yaratıldığına göre, doğal farklılaşmaların bir ayrışma, ayrıcalık, ayrımcılık, düşmanlık ve üstünlük unsuru olarak düşünülmesi İslam düşüncesi açısından kabul edilemez.
En masum milliyetçi anlayışın dahi insanın hemcinsini aşağılama, hor görme ve dışlamasına neden olacağı için ve Kur’an bu farklılaşmayı haksızlığın, ötekileştirmenin bir gerekçesi olmaktan çıkarmıştır.
Farklılıkların Hikmeti
Kuşkusuz insanların farklı dil, ırk, renk, soy, kavim, kabile, millet şeklinde yaratılmasının nedenleri ve hikmetleri vardır. Ancak bu farklılık, çoğulculuk ve çeşitliliğin ayırımcılık ve üstünlük gerekçesi yapılmasını yasaklar.
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız/birbirinizi bilmeniz (taaruf) için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız muttaki (takva sahibi) olmanızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat Suresi, 13)
Ayetteki farklılığı ve çeşitliliği Bediüzzaman şöyle yorumlar: “Hey’et-i içtimaiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur. Kabail ve tavaife inkısam etmiş. Fakat bin bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir bir bir… binler kadar bir bir… İşte bu kadar bir birler, uhuvveti, muhabbeti, vahdeti iktiza ediyorlar. Demek kabail ve tavaife inkisam, şu âyetin ilân ettiği gibi, tearüf içindir, teavün içindir… tenakür için değil, tahassum için değildir!” (Yirmi Altıncı Mektup)
Ayette farklılıkların gerekçesi olarak gösterilen “tearuf” kavramının pratiği yine bir başka ayette açıkça gösterilmiştir: “Musa, bir zamanlar halkı için su aramıştı. ‘asanla taşa vur’ demiştik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kabile, içmesi için ayrılan pınarı bilmişti. (Onlara) ‘Allah’ın rızkından yiyin için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin’ dedik.” (Bakara Suresi, 60)
Çok açıktır ki, soy, ırk, kavim gibi farklılıklar, yeryüzünde bozgunculuk, fitne çıkarmadan bir düzen ve barış içinde yaşamayı kolaylaştırmak, dayanışma ve yardımlaşmayı daha etkin kılmak içindir. Buna göre, etnik ve coğrafi aidiyet, üstünlük ve ayırımcılık sebebi olmadıkça Müslüman kimliğine, İslam aidiyetine engel değildir. Ait olduğu coğrafyaya, ailesine, kavmine, toplum ve milletine adaletten ayrılmadan hizmet etmeyi öncelemek, onlarla dayanışma içinde olmak, onları hakka, adalete davet etmek bir sorumluluk gereğidir. Bunun için milliyetçi değil, insanlığın ve fıtratın farkında olmak yeterlidir. İman edenler için de ayrıca Kur’an bilincinin olması kâfidir.
Çok açıktır ki insanın fıtratında var olan, yaratılışının gereği olarak kişinin yakınlarını, ait olduğu toplumu ve milletini sevmesi İslam’ın da emridir. Yasaklanmış olan, ayırımcılığa, haksızlığa, zulme neden olacak her türlü kabilecilik, bölgecilik, milliyetçilik ve ırkçılıktır.
Bu kimlikler üzerinden bir dayanışma ve yardımlaşma içinde olmayı Kur’an reddeder.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyiniz. Sizden kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” (Tevbe Suresi, 23)
Kur’an Müminleri; milliyet, kavim gibi her türlü aidiyet bir tarafa yakınları dahi olsa, adaletten ayıran her türlü fikri, ekonomik veya siyasi yaklaşımdan uzak durmak konusunda uyarır:
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup (size olan yakınlıkları nedeniyle) adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa Suresi, 135)
Adaleti Gölgeleyen Milliyetçilik
Hiç şüphesiz Kur’an yaşam, muamele, yönetim ve siyaset merkezine adaleti koymaktadır. Milliyetçilik, adalet duygularını, kardeşliği ve toplumsal barışı zehirleyen en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle Muazzez Peygamber (sav) etnik/milliyet aidiyetiyle övünmeyi, bu nedenle ayrışmayı cahiliye/karanlık çağın bir davası/anlayışı olarak ifade etmiştir: “Asabiye davasına kalkışan, onu yaymaya çalışan, bu dava uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir.”(Ebu Davud)
Yine başka hadislerde Peygamber (sav): “Kim heva/arzusuna uyarak batıl yolda savaşır, kavmiyetçiliğe/milliyetçiliğe çağrıda bulunur, bu nedenle öfke ve kızgınlığa kapılırsa cahiliye ölümü üzerine ölür.” (İbn-i Mace)
Bir başka hadiste ise “Kim kavmiyetçilik/milliyetçilik davası güderse, oruç tutsa, namaz kılsa da cehennemde iki dizi üzerine çökecektir.” (Hâkim, Müstedrek)
Merhum Mehmet Akif de milliyetçiliği şöyle dile getirmiştir:
“Ne Araplık, ne Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle peygamber-i zişanın ilahi sözünü!
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyeti şeytan mı soktu zihninize.”
Zihin Dünyasında Milliyetçilik
Müslümanlık iddiasında olanlar, zihin dünyalarında ve uygulamalarında bu tanımın neresinde durduklarını düşünmeleri durumunda, pratik yaşamlarında millileşmiş bir dini karakterin var olduğunu kolayca anlayacaklardır. Gerçekten de milliyetçilik; toplumsal, sosyal, dinsel ve siyasal alanı tümüyle kuşatmış, Müslüman toplumları en tehlikeli boyutuyla biçimlendirmekte ve yönlendirmektedir.
Türkiye örneğinde olduğu gibi, her toplumsal kesimde farklı biçimde kendisini ifade etse de milliyetçiliğin neredeyse bütün kesimlerde çok yaygın olduğu ortadadır. Türkiye’de milliyetçilik modern ulus devletinin ideolojik temelidir. Bu nedenle de çoğulculuk, çeşitlilik, farklılık gibi toplumsal zenginliği yok sayar ve tek tipliği esas alır. Allah’ın ayetlerine karşı bir isyan niteliğinde olan bu anlayışın kendisini “Müslüman” tanımlayan tarikat, cemaat, parti gibi dini yapılanmaların fikri ve siyasi temelini oluşturması resmî ideolojiden çok daha tehlikeli ve patolojik bir vakıadır.
Gerçekten de Kürt meselesine rağmen, Türkiye de dindar Müslümanların milliyetçilik düşüncesiyle hâlâ hesaplaşamamış olması çok acı verici bir durumdur.
Ne yazık ki, yüz yılı aşkındır bu coğrafyada, Kürtler ve talepleri söz konusu olunca, örgütlü dini gruplar hiç tereddüt göstermeden devletçi/milliyetçi refleksle bu talepleri “Kürtçülük” olarak nitelendirerek, “İslam kardeşliğini” ve Müslüman Kürt kardeşlerinin temel haklarını savunmak bir tarafa kabul etmeye dahi yanaşmamışlardır. Bugün de din ile harmanlanmış ve dinin bir gereği olarak Müslüman toplumlara sunulmuş, zihinlerinin derinliklerine İslam şırıngası ile zerk edilmiş bir milliyetçilik anlayışından saf, temiz, fıtri bir ‘İslami kimlik’ ortaya çıkması mümkün görünmemektedir.
Müslümanlık iddiasıyla örgütlenmiş her grup, cemaat veya partiler din üzerinden kendi milli kutsallarını oluşturmuştur. İslam’ın saflığını kirleten bu durum, İslam’ın doğru anlaşılmasının da önünde bir engeldir. Tarihin akışı içinde İslam’a, kendi bünyesine uymayan inanış, fikir veya ideolojiler dâhil oldukça İslam’ın sadeliğini, saflığını bozmuştur. Giderek tehlikenin boyutları genişlemekte, ideolojik karmaşıklıklar İslam’ın anlaşılmasını daha da zorlaştırmaktadır.
Milliyetçilik Dincilik Mezhepçilik
Emperyal kuşatma ve vahşi kapitalizmin yağma ve talan hedefi olan Müslüman coğrafyası, ne yazık ki milliyetçilik kadar artık dincilik ve mezhepçilik tehdidi altındadır.
Ali Şeriati’nin bu yeni durum için ifade ettiği “Biz kavmiyetçilik putu için savaş verdik. Siz kavmiyetçiliği dinle süsleyerek mezhepçiliği ortaya çıkardınız” sözü enfestir.
İki yüz yıllık tarihimizde, yaşanan toplumsal ve coğrafi bölünmelerin temelinde milliyetçilik vardır. Batı karşısında geri kalmışlığın, ezikliğin ve yoksulluğun getirdiği kompleksle milliyetçiliğe sarılan toplumların duyguları açıkça istismar edilmiştir. Milliyetçiliğin coğrafyamızda din ile harmanlanarak sunulması boşuna değildir. Geri kalmışlık, yoksulluk ve cehaletine rağmen mensup olduğu milletini “necip” görmek, etnik aidiyetinden “gurur” duymak gibi hakikatle bağdaşmayan duygularla milliyetçilik rüzgârına yenik düşmüşlerdir.
Türkiye örneğinden hareketle dini kesimlerin çoğunluğu Türklüğü; genel olarak ırk/kavmiyet/etnik temelde bir üstünlük nedeni görmese de, Müslüman Türk milletini, dini/İslami temelde diğer Müslümanların hizmetinde olarak Allah tarafından ‘seçilmiş’ ve ‘üstünlük’ verilmiş ‘necip’ bir millet olarak görmüştür. Bu duygularla hareket eden kişi veya toplum; farklı etnik grupların kimlik taleplerini görmezden gelebilmekte, ilgisiz ve duyarsız kalabilmekte, hatta öteleyebilmektedir.
Kürt meselesi, Alevilik, azınlıklar ya da farklı unsurların kimlik taleplerinin anlaşılmasını engelleyen yine milliyetçilik duygusudur.
Çoğunluğun dayatmacı milliyetçiliğine karşılık, farklı unsurların kimlik talepleri de milliyetçiliğe dönüşmüş ve ayrılıkçı zihniyetleri güçlendirmiştir. Milli kimlikler üzerinden gelişen zihinsel bölünmeleri önlemek, sosyal ve toplumsal barışı tesis etmek için İslam’ın doğru anlaşılmasına, Kur’an ruhunun kavranmasına ihtiyaç vardır. Müslüman coğrafyasında milliyetçiliğin panzehiri/tedavisi ancak İslam’dır.
İslam düşüncesi, etnik temelde “seçilmiş millet”,”egemenlik hakkı”,”üstün olmak” gibi milliyetçi anlayışı insan fıtratına aykırı, insanlığa, kardeşliğe, eşitliğe, adalete yönelik bir tehdit ve tehlikeli görerek reddeder. Müslümanlar için Allah’ın kutsiyet atfettiği mekânlar dışında hiçbir toprak, hiçbir coğrafya “kutsal”, hiçbir millet “necip” ve “üstün” değildir.
“Milliyet” temelinde şekillenen milli meselelerin Müslümanlar için dinlerinden, halkların kardeşliğinden, vicdan, merhamet ve ahiret inancından daha önemli olmaması gerekir. Milliyetçiliğin coğrafyamızda neden olduğu ayrışma, husumet, savaş, katliam ve tahribat dikkate alındığında, ne denli büyük bir felaket olduğu anlaşılacaktır.
Tarihsel, geleneksel, mezhepsel ve dinsel sorunlarla yüzleşmeyi başaramayan Müslüman toplumların siyasal ve ideolojik bir sorun olan milliyetçilikle yüzleşmesi, yakın zaman için mümkün görünmese de bu yönde bir bilinç ve gayretin oluşması İslam’ın gereği olduğuna ve özellikle Müslüman halkların hak ve özgürlük mücadelelerini milliyetçilik temelinde değil, adalet ve eşitlik gibi karşı konulamaz ve vazgeçilemez ilkeler üzerine inşa etmeleri gerektiğine inanıyorum.
Einstein: “Bir problemi yaratan zihni, aynı düzeyde çalıştırarak o problemi çözemezsiniz” der.
Çıkış Yolu
Bugün dünyamız ve insanlık yoksulluk, şiddet, terör, savaş, hak ihlalleri, sosyal adaletsizlik, ahlaki çöküntü, cinsiyet ayırımcılığı, çevre kirliliği gibi sorunlar yanında global bir gerilim yaşamaktadır. Bu sorunlar artık her toplumu ilgilendiren küresel bir tehdit halini almıştır. Coğrafyamız da bu sorunları yoğun yaşamakla birlikte katliamlara, talan, yağma ve tahribatlara maruz kalmıştır. Daha vahimi, farklılıkların bir arada barış içinde yaşaması giderek daha da zorlaşmaktadır.
Bu coğrafyanın farklı unsurları ve Müslümanlar olarak güncel sorunlarla olduğu kadar, belki de daha çok tarih, medeniyet, kültür ve en önemlisi de dinimizle yüzleşmeli ve bir sorgulama başlatmalıyız.
Böyle bir yüzleşmenin, birlikte yaşamamızı kolaylaştıracak ortak değerlerimizi de açığa çıkaracağına inanıyorum.
Sahip olduğumuz ortak paydalarımızı, birikimimizi, kültürel zenginliğimizi ortaklaştıracak zemini oluşturmamız durumunda barış ve güven içinde bir arada yaşamayı başarmamız kolaylaşacaktır. Muhammed İkbal’in “Ne Afgan vardır, ne Türk, ne de Tataroğlu. Bizler hepimiz aynı bahçenin, aynı ağacın meyveleriyiz. Bizler aynı baharın açmış çiçekleriyiz” sözlerini pratiğe dökmeliyiz.
Kuşkusuz bunları gerçekleştirmek kolay değildir ve bugünden yarına gerçekleştirilmesi mümkün de değildir. Ancak etnik, dini, mezhep gibi farklılıklara saygı duymak ve bu saygıyı yaygınlaştırmak mümkündür ve buna mecburuz. Bunun için sahih ve doğru anlaşılması durumunda İslam’ın bu gerilimi azaltacağı ve bu saygının yaygınlaşmasında önemli etkisi olacağı kesindir.
Zira İslam, insana sadece inanç ve ibadet esaslarının öğretilmesiyle yetinmez, hak, hukuk, adalet gibi ilkelerin de egemen olmasını ister. Ayrıca her türlü kötülükten uzak durmayı, doğru dürüst olmayı, yalan söylememeyi, fitne çıkarmamayı, bozgunculuk yapmamayı, insanlarla barış içinde iyi geçinmeyi, kin ve düşmanlık gütmemeyi, sevmeyi ve kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyi, merhameti, yardımlaşmayı ve bunlar gibi sayısız erdemleri hayata egemen kılmaya çalışır. Yaşadığımız acılar ve travmalardan sonra dine duyduğumuz ihtiyacın ekmek su kadar zorunlu olduğu açıktır. Dini toplum hayatından çıkararak güven ve barış tesis edilemez.
İslam dünyasının düşünce, fikir, eğitim, kadın, çevre gibi alanlarda olduğu gibi sosyal ve siyasal alanda da ciddi, köklü ve büyük bir uyanışa ve silkelenmeye ihtiyacı vardır. En başta da milliyetçilik, dincilik ve mezhepçilik gibi dışlayıcı, ayrıştırıcı, ötekileştirici ideolojilerden arınması gerekir. Bunun için sahih dine, saf, özgür bir zihne ve akla ihtiyaç vardır. İslam olmadan bu arınma ve uyanıştan söz etmek de mümkün değildir.
Son