Müslümanlar olarak “adalet” iddiamız asırlardır hep olmuştur. Ancak bu iddiamız anayasa, yargı ve hukuk sistemi üzerinden değil, adil yöneticiler üzerinden şekillenmiştir. İddiamızı delillendirmek ve somutlaştırmak için de Hz. Peygamber (s.a.s) veya Hz. Ömer’in icraatlarından örnekler sunuyoruz.
Ömer b. Abdulaziz ve Selahaddin Eyyubi gibi bazı şahsiyetlerin adalet hassasiyetlerini de hafızalarımızda canlı tutmaya devam ediyoruz.
Elbette Hz. Peygamberin (s.a.s) uygulamaları ve Hz. Ömer’in adaletli tavırları çok önemlidir ve bizler için örnektir. Ancak Müslümanların yönetim geleneklerinde “sistem” olarak ‘adalet’ hiç tesis edilmedi.
Üzerinden yaklaşık 1400 yıl geçmesine rağmen bir Hz. Ömer de bir daha gelmediği gibi “Ömerler yetişiyor!” iddiaları da hamasetten ibaret kalmıştır.
Bu tarihi utanca rağmen günümüzde de Ömer’leri beklemeye devam ediyoruz. Gerçekle yüzleşmek yerine dilimizde ve iddialarımızda “Ömer” de “adalet” de eksik olmuyor.
Asırlardır Ömer ve adaletle aldatmayı ve aldatılmayı başaran yeryüzünde Müslümanlara benzer başka bir toplumun daha olduğunu hiç sanmıyorum.
Zaten iddiamızda samimi olsaydık tarih boyunca zalim yöneticilere itaat etmeyi dini bir gereklilik olarak görmezdik.
Zalimlere itaat etmeyen ulemayı, filozofları, mutasavvıfları idam etmez ve derilerini yüzdürmezdik!
Trajik olan bu şahsiyetlerin ölümüne Ehl-i Sünnet adına ulemanın fetva vermesidir. Aynı zihniyet, Yezid ve geleneğine de itaat etmeyi vacip saymıştır.
Bu durumda Hz. Ömer adaleti ütopya olmaktan başka neye yaramıştır?
Gerçekleşmesi mümkün olmayan bu arayışın idealize edilerek Müslümanlara sunulması aldatıcı ve oyalayıcı bir oyun dışında izahı mümkün mü?
Bu anlayış Müslümanları hukuk sisteminden koparmış, Yargıcı’n ve yöneticinin adil olup olmaması noktasına taşımıştır. Kuşkusuz bu anlayışın sonucu olarak adalete/hukuka iman yerine, Yargıca, yöneticiye, devlete itaat güçlenmiştir.
Bu anlayış sonucudur ki Muaviye’den günümüze kadar insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim sistemi hiçbir dönemde inşa edilmedi. Bu süre içinde bir Ömer daha yetişmedi ancak yüzlerce Yezid’imiz oldu.
Çünkü;
Biz adaleti kendi ellerimizle öldürdük.
Muaviye’nin cahiliye duygularına ve doyumsuz hırsına kurban ettik.
Mel’un Yezid’i “Ulu’l-emir” kabul ettiğimizde de tarihe gömdük.
Padişahları, sultanları “zıllullah” (Allah’ın gölgesi) olarak gördüğümüzde kaybettik.
Politikacılara, yöneticilere “Emi’rul müminin ve halife” olarak itaat ettiğimizde tamamıyla yitirdik.
Devleti kutsadığımızda ise adaleti yok ettik.
Zalim de olsalar devlet yöneticilerini seçtiğimizde adalet artık ölmüştü.
Ne yazık ki ihmal edilen her şeyin ölümü gibi asırlardır coğrafyamızda ihmal edilen adalet de ölmüştür.
Bugün de mevcut siyasal sistemden, siyasi partilerden ve liderlerden adalet beklenemez.
Toplum olarak da kendi tercihlerimizle zulmü ve zalimi tercih ediyorsak adaletle birlikte vicdanlarımızın da öldüğünü göstermektedir.
—
Moğol hükümdarı Hülagü, büyük alim Seyid bin Tavus’a sormuş:
“Kafir adil bir hükümdar mı yoksa zalim Müslüman bir hükümdar mı?
İbn Tavus cevap vermiş.
Kafir adil hükümdar daha iyidir. Çünkü onun küfrü kendine, adaleti halkadır.
Müslüman zalim hükümdarın ise Müslümanlığı kendisine zulmü halkadır.” (Alıntı)
—
Peki, neden Müslümanlar kendilerinden olan zalimi, kendilerinden olmayan adil yöneticiye tercih ederler?
Ehli beyti kılıçtan geçiren, Hz. Hüseyin’in kesilmiş kafasını elindeki değnekle dürten Zalim Yezid’i ve onun devlet yönetimini meşru sayan bir zihniyet asla adaleti tesis edemez.
Bu zihniyetten adalet beklemek cehalet değilse adaleti inkardır.
Adalete iman etmedikçe, ahlak ve hukuku içselleştirmedikçe adalet de hukuk sistemi de gerçekleşmez.
Esas olan; din, inanç veya etnik kimlikle yönetilmek değildir. Hangi partinin veya kimin yönettiği de değildir. Önemli olan adaleti tesis edecek ve herkesin hakkını güvence altına alacak bir hukuk sistemiyle yönetilmektir.