Bilindiği gibi 06 Şubat 2023 tarihinde büyük bir deprem felaketi yaşadık.
Resmî açıklamalara göre ölü sayısı 35.000’i aştı. Ne yazık ki çok daha artarak büyük rakamlara ulaşmasından endişe ediyoruz.
Ülke olarak hepimizin başı sağ olsun.
On ili kapsayan felaketin boyutları hala belirlenmiş değildir. On binlerce ölü ve yüz bini aşan yaralımız var. Yüz binlerce evsiz, barksız mağdurumuz var.
Bir tarafta deprem felaketinin büyük acısını yaşarken diğer taraftan yönetim sistemini ve devlet zafiyetinin sorgulamaya çalışıyoruz.
Sorgulamadığımız her felaketten sonra daha büyük felaketlerle karşılaştığımızı hatırlatmakta yarar var.
1932 Erzincan ve 1999 Gölcük Depremi en büyük depremler olarak kayda geçirilmiştir. Bingöl, Lice, Düzce, Elâzığ, Van, İzmir ve başka depremler de yaşadık.
En çok deprem tecrübesi yaşayan ülkelerden biriyiz.
Hangi deprem sonrası gerçeklerimizle yüzleşmeyi başarmışız?
Her seferinde kentler yıkılıyor, on binlerce insan hayatını kaybediyor.
Bilim insanlarının uyarılarına rağmen İstanbul başta olmak üzere hiçbir kentimiz yaşanabilir hale getirilmiyor. Aksine çok katlı yapılar arttırılmış, rant uğruna toplanma yerleri ve yeşil alanlar dahi beton yığınlarına dönüştürülmüştür.
Asıl felaketin muhtemel İstanbul depremiyle yaşanacağını Bilim insanları bangır bangır bağırıyor ancak dikkate alan yönetici bulmak mümkün değil.
Elbistan/K.Maraş merkezli depremin boyutunu tanımlamak çok zor. Çünkü gerçek tabloyu henüz bilmiyoruz.
—
Yıkım nedenleri açıklanmadan suçlular ilan edildi!
Dersler çıkarmak ve şehir planlaması yapmak yerine her seferinde müteahhitleri suçlu göstererek gerçeklerden kaçmayı deniyoruz. Oysa müteahhitler suçlanacak en son halkayı oluşturuyor.
Suçlu müteahhitler; ilgililerle iş birliği yaparak malzemeden çalan ve ilave kat yapanlardır. Bunların da bulunup mutlaka cezalandırılmaları gerekir.
Peki, imar aflarını çıkaranlar müteahhitler mi?
İhale kanunlarını değiştirenler müteahhitler mi?
ÇED raporlarını iptal ettirenler müteahhitler mi?
Asıl sorumlular; çözüm yerine felaketi “doğal afet” olarak tanımlayıp sık sık imar affı çıkararak yeni felaketlere davetiye çıkaran yöneticiler ve politikacılardır.
20 yılda 7 kez imar barışı çıkaran mevcut iktidar değil midir?
İhmal ve yanlışlarını itiraf etmek yerine hala akıldışı gerekçelerle sorumsuzluktan kaçmalarını siyaset aklıyla izah etmek mümkün değildir.
Bir yönetim, defalarca yaşadığı bir felaketten hiç mi ders almaz? Yönetimden kaynaklanan ihmali neden kabul etmez?
Yönetim ve siyaset farkını göstermesi bakımından 1999 depremi sonrası yapılan şu açıklamayı hatırlatmak istedim:
“Sivil Savunma hizmetlerimiz aksamıştır. Kurtarma işlerimiz yetersiz kalmıştır. Müteahhitlerimiz malzemeden çalmıştır. İmar düzenimiz laçkadır. Hepsinde gerçek payı var. Kısa zamanda bu yaraların sarılması mümkün değildir. Nasıl sevgi paylaştıkça çoğalırsa, acılar da paylaştıkça azalır.” (Mesut Yılmaz)
—
İktidar ve Kurumlar bir kez daha deprem enkazı altında kaldılar.
“Devlet” denildiğinde ilk akla gelen “Kurumsal Akıl”, “Kurumsal Hafıza”, “Kurumsal Reflex” ve “Kurumsal Güven” olduğuna göre nerede böyle bir devlet?
Depremin ilk gününde devletin ilgili kurumlarını gören oldu mu?
Örnek olması bakımından sormak istiyorum:
İnsan ve maddi kaynak sorunu olmayan, yüzlerce iş makinası, araç-gereç ve uzman personelin olduğu Diyarbakır’da toplam 7 bina enkaza dönüşmüşken, bir haftayı aşkın sürede enkazın kaldırılamamasını nasıl izah edeceğiz?
Depremin üzerinden 10 gün geçmesine rağmen Diyarbakır’da enkaz altında hala insanlarımız varken diğer kentlerdeki vahameti düşünemiyorum!
2. Ordunun bulunduğu Malatya’da ve diğer illerde durum farklı olmadı.
Gerçekten, sahra hastanelerini kurması gereken TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) neredeydi?
Neredeydi eğitimli askerler, askeri helikopterler, nakliye uçakları, ambulanslar?
Geçmiş dönemlerde her AFET sırasında gayet disiplinli ve koordineli bir biçimde ilk yardıma koşan asker değil miydi?
Neden Ordunun müdahalesine 72 saat sonra karar verildi?
Bu gecikmenin ve ihmalin sorumlusu kim?
Çok başarılı oldukları bilinen TTK (Türkiye Taşkömürü Kurumu), maden kurtarma ekiplerinin ancak 30 saat sonra bölgeye ulaşmalarının gerekçesi nedir?
Bu ekipler neden uçak ve helikopterlerle değil de karayoluyla bölgeye gönderildiler?
Ya AFAD ve Kızılay’ı ilk günde gören, duyan oldu mu?
Bir art niyet ve kasıt söz konusu olmayacağına göre mutlaka başka nedenleri vardır.
Anlaşılan mesele yalnız bir “koordinasyon” eksikliğinden ibaret değildir.
Elbette plansızlık, koordinasyonsuzluk, denetimsizlik ve ihmal görmezden gelinemez.
Ancak bir yönetim kriziyle karşı karşıya olduğumuz gayet açıktır.
Aşırı merkeziyetçi ve cumhurbaşkanı talimatları dışında sıfır inisiyatifle yönetilen kamu kurumlarının bir varlık göstermesi zaten mümkün değildir.
“Tek Adam rejimi” sorunları daha da derinleştirmiştir.
“Tek Adam” rejimlerinde devlet ve yönetim zafiyeti gizlenerek sorunlar daha da derinleşmekte ve çözümü imkânsız hale getirmektedir. Bu anlayışın sonucudur ki yeni risklere karşı önlemler de alınmıyor.
Aşırı merkeziyetçi ve “Tek Adam” yönetiminde bir devletin kurumsal olarak hantal, sorunlar karşısında aciz ve yetersiz kaldığı son deprem felaketiyle bir kez daha anlaşılmış oldu.
“Tek adam” yönetiminin ne kadar kötü ve ilkel olduğunu böylesine büyük felaketlerle öğrenmek bir toplum için zül olsa gerek!
Çok yakın tarihte ve tecrübe ile sabit olmasına rağmen Pandemi sürecini yönetemeyen bir iktidardan deprem sürecini yönetmesini beklemek; en hafif tabiriyle saflıktır.
Açıkça itiraf etmeliyim ki depremden daha büyük felaket; “Tek Adam” otoritesine dayalı yönetim sistemidir. Zaten var olan ceberut bir düzenin “Tek Adam” otoritesine dayandırılmış olmasından daha büyük bir felaket düşünemiyorum.
Çoğulculuktan korkan bir anlayışın çağımızda, özellikle yönetimde başarılı olması mümkün değildir. Merkeziyetçilikte ısrar etmenin ülke için daha büyük kayıplara yol açacağı unutulmamalıdır.
Muhtemelen tepkilerden korkulduğu için üniversitelerde online sistemine geçerek eğitime ara verilmiş, spor müsabakaları gereğinden fazla ileri bir tarihe ertelenmiştir.
Aile için uygun olmadığı halde Öğrenci Yurtlarının boşaltılmasını hangi makul gerekçeyle açıklayabiliriz?
Pandemi sürecinde ağır maddi zarara uğramış esnafın, deprem nedeniyle üniversitelerde eğitime ara vermekle cezalandırıldığının farkında mıyız?
—
Müslümanlığımız da enkaz altında kaldı!
Daha önce “laikçi-Atatürkçü, liberal, solcu, sağcı, muhafazakâr-milliyetçi” yöneticilerin/siyasetçilerin “Ahiret Günü hesabı ve Allah korkusu” gibi konularda fazla hassas olmadıkları gerekçesiyle “yolsuzluk-haksızlık-hukuksuzluk-ayırımcılık” gibi konularda duyarsız ve cüretkâr oldukları düşünülürdü.
Bugün ise “Ahiret Günü ve Allah korkusu” yanında hayatlarını dini ritüellerle süsleyen kesimlerin çok daha cüretkâr ve gaddar olduklarına şahitlik yapmaktayız.
“Hubbü’l-vatanî mine’l-iman” (vatan sevgisi imandandır!) iddiasıyla iktidara gelenlerin vatanı nasıl tahrip ettiklerini ibretle izlemekteyiz.
Vatanperverliklerinin esas itibariyle güçperestlik ve iktidarperestlik olduğu ve vatanseverliği “rantseverlik” olarak algıladıkları artık gün gibi aşikâr değil midir?
Siyaset/yönetim anlayışlarının, sahip oldukları Müslümanlık zihniyetinden kaynaklandığını nasıl inkâr edebiliriz?
Talan ve yağmanın, haksızlık ve ayırımcılığın, sorumsuzluk ve kaderciliğin referansı; sapkın bir Müslümanlık anlayışından ve tarihi kültürden kaynaklandığını kabul etmek için daha kaç afet yaşamamız gerekir?
İtiraf etmeliyiz ki Müslümanlar olarak; on binlerce canımızla birlikte siyasetimiz, yönetim tarzımız, din anlayışımız ve zihniyetimiz de deprem enkazı altında kaldı ve yerle bir oldu.
Tesellimiz ve geleceğe ilişkin yeşeren umudumuz; bölge, inanç, etnik, ideolojik ve politik farklılıkların bir arada gösterdiği muhteşem dayanışma örneğidir.
—
Yaşananlar “kader” değil, bir paradigmanın çöküşüdür, iflasıdır.
Öncelikle belirtmeliyim ki deprem insanın değil, Doğa’nın kaderidir, insanın ise imtihanıdır.
Yeryüzünde benzer sarsıntılar, felaketler yaşamayan hiçbir ülke yoktur. İnsanlık tarihi; volkan patlamaları, Tsunami, kıtaların bölünmesi, kuraklık, depremler gibi sayısız afet örnekleriyle doludur.
Ancak Müslümanlar dışında felaketleri “kader planı” içinde görüp insan ve yönetim ihmallerinin neden olduğu yıkım ve ölümleri geçiştiren başka toplumlar yoktur.
Olumsuzlukların suçunu Allah’a atarak sorumluluktan kaçan, Müslümanlar dışında başka politikacıların ve yöneticilerin varlığına ancak çok ilkel kabilelerde rastlamak mümkün olabilir.!
“Takdîri ilahi”; neden çok daha şiddetli ve sürekli depremler yaşayan Japonya’yı yıkmıyor da Türkiye’de şehirleri yerle bir ederek yıkıyor?
Hatay ile ilgili açıklanan raporlara göre binaların büyük çoğunluğunda deniz kumu kullanılmış ve deprem öncesi risk oranı zaten %80 civarındaymış.
Bu durumu, yönetim ve sistem sorunu olduğu halde “Takdir-i ilahi” olarak sunmak nasıl bir aymazlıktır?
Belediye Başkanının, hiçbir usulsüzlüğe ve ihmale göz yummadığı Hatay-Erzin ilçesinde hiçbir evin hasar dahi görmemesini hangi “kader planı” içinde değerlendireceğiz?
Belirtmek isterim ki milleti “aptal” yerine koyarak “takdîri ilahi, Kader planı” demek suretiyle suçu Allah’a yıkmak, cehalet değilse politik kurnazlıktan başka bir şey değildir.
Bu durumu “kader planı” içinde gösterip suçu Allah’a atan müfterilere ve onlara inanan beyinsizlere yazıklar olsun.
Bunlarla birlikte yaşamanın ağır bedelini ödemek konusundaki endişelerimi Hz. Musa’nın diliyle paylaşmak istiyorum:
(Musa: Allah’ım!) “İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helâk mi edeceksin?” (A’raf suresi/7:155)
—
Müslümanlık zihniyetimizi sorgulamamız gerekir.
Ne yazık ki biz Müslümanlar olarak çağın gerçekleriyle örtüşmeyen bir yönetim/siyaset ve devlet geleneğine sahibiz.
Yeniliğe, değişime, bilime direnerek medeni dünyadan tamamıyla koptuk.
Oysa akıl ve bilimi rehber kabul etmek, özellikle yönetim ve siyasetin olmazsa olmaz ilkesidir.
Aklı, bilimi, yenilenmeyi ihmal eden anlayışla yüzleşmeden, hatalarımızı fark edip pişmanlık duymadan düşünen, akleden, medenileşen bir toplum olmak asla mümkün olmayacaktır.
Bunun için yeterli akla ve sorgulama cesaretine sahip olduğumuz konusunda emin olmadığımı belirtmeliyim.
Freud’a göre:
“Hatalı olduğunu anlamak ve özür dilemek sadece beynini kullanabilen insanlara özgüdür.”
Temennim odur ki deprem felaketi; yönetim-siyaset-zihniyet başta olmak üzere yaşam alanımıza ilişkin sorgulama ve yeniden yapılanma arayışına vesile olur.
Müslümanlar olarak hiç vakit kaybetmeden akılcı ve ahlaklı bir zihniyet devrimini gerçekleştirmek zorunda olduğumuza inanıyorum.