Daha açık bir ifadeyle günümüz Türkiye’sinde devlete karşı hakları olan değil, görevleri olan bir vatandaş tipi öngörülmektedir. Bizler açısından modernleşmenin bir kazanımı olarak görülen ilerleme; padişahın/devletin kulu ve tebaası olmaktan, görevleri olan bir vatandaşlık statüsü elde edilmesidir.
“Türk vatandaşlığı” nın övünç kaynağı da bu ilerlemedir. Devlete karşı görevli ve sorumlu olmayı içselleştirmiş ve mutluluğunu “Türküm” demekte arayan bir toplumun özgür ve onurlu vatandaşlığı sorgulaması elbette kolay değildir.
Kutsanmış bir vatandaşlık inancı oluşmasaydı, despot bir devlet yönetimi ve “Tek Adam” otoritesi başka türlü mümkün olabilir miydi?
Devlete veya devleti temsil eden “Tek Adam” otoritesine itaat etmekle, devlete tebaa olmak veya padişahın kulu olmak arasında insanlık onuru ve özgürlüğü bakımından büyük bir farkın olduğunu düşünmüyorum.
Aksine 21. yüzyılın şartlarında “Tek Adam” otoritesine itaat etmeyi, “Türk vatandaşlığı” ve devleti kutsamayı, insanlık onuru açısından daha aşağılayıcı olarak görüyorum.
21. yüzyılın itibarlı vatandaşlığı ancak hak ve özgürlüklerin yaşam alanı bulduğu Demokrasi, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı Hukukun Üstünlüğü otoritesidir.
Bu otorite; insanı sorumlu kılmasından daha çok devleti ve devlet otarsisini sınırlandırdığı ve sorumlu tuttuğu unutulmamalıdır.
Bu bağlamda demokrasi ve hukukun üstünlüğünün geçerli olmadığı devletlerde insanın, hak ve hürriyetlerin, dolayısıyla vatandaşlığın anlamlı, değerli olması da düşünülemez. İki yüz yıllık bir meşrutiyet ve demokrasi mücadelesi “Tek Adam” sistemine kurban verilmiştir.
Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, 2017 referandumunu değerlendirdiği bir yazısında şöyle der:
“2017 referandumuyla birlikte Türkiye, demokrasiyle bağlantısını tamamen koparmıştır. Bu tür özelliklere sahip rejimlerde, anayasanın etkin ve bağlayıcı olma özelliği geri plana atıldığı vakit, bunun ortaya çıkardığı boşluğu keyfi şekilde hareket eden yürütme dolduruyor. Hükümetin nerede bittiği, devletin nerede başladığı, oradaki sınır bulanıklaşıyor. Devlet ve hükümet ilişkisinin muğlaklaşması, sınırın yok oluşu, devlet aygıtlarının parti aygıtına dönüşmesi, onunla birlikte anayasal takıyyenin gelişmesi, kurumsal yapıların ciddi erozyona uğraması ya da ortadan kaldırılmasını beraberinde getiriyor.”
Türkiye’nin, söz konusu erozyonu bütün boyutlarıyla ve en derinden yaşadığı çok açıktır.
Çağdışı bir “vatandaşlık” tanımı yanında, kutsanmış bir devlete ve itaat edilmesi vacip görülen “Tek Adam” otoritesine “vatandaşlık” bağıyla mecbur bırakılmış bir toplum olarak “itibar” iddiasında bulunmak veya söz konusu “vatandaşlık” ile mutlu olmak mümkün müdür?
Kişisel olarak mümkün olduğunu düşünmüyorum. “Ceberut devlet” ve “Tek Adam” yönetiminde aldatılmanın ve yanıltılmanın tabii sonucu olarak akletmeyi, zamanın ruhunu kavramayı, özgürleşerek birlikte yaşamayı, onurlu yurttaş olmayı düşünmekten dahi uzaklaşmış durumdayız.
“Kul bir tebaa” yerine “devlete muhtaç ve mahkum bir vatandaş” olmanın bir farkı olmadığını anlamak için sahip olduğumuz akıl nimetinden dahi yararlanamıyoruz. İnsanın, mülkünde yaşadığı padişahın kulu olmadığı gibi, vatandaşı olduğu devletin de kölesi olmadığını anlaması gerekmez mi?
Kirli propagandalar sonucu oluşturulan algı yönetimi ile toplumda akıl tutulması gerçekleştirildiğini düşünüyorum. Bu durumda herhangi bir sorunun çözümünde akla, akıl ile dayanışmaya, ortak akıl ve ortak dayanışma ile sorunları aşmaya gayret göstermekten de uzaklaşılır.
Bu bağlamda akıl tutulması; her felaketin nedeni olduğu gibi yoksulluğun, açlığın, cehaletin, geri kalmışlığın, çözüm üretememenin ve en önemlisi de mutsuzluğun da nedenidir.
Yazıma örnek oluşturacağını düşündüğüm, Gilayşe Koçak’ın ‘Topaç’ adlı roman kitabının girişinde anlattığı bir hikâyeyi aktarmak isterim:
Çok eski bir hikâye var: çok aç bir grup insanı, iki kümeye bölerek iki ayrı odaya alıyorlar. Her iki odda da ortaya karavana getiriliyor, içinde çok lezzetli bir çorba var; ancak insanların eline tutuşturulan kaşıklar öylesine uzun ki – kol boylarından bile daha uzun- insanlar yemeğe uzansalar bile, kaşığı bir türlü ağızlarına getiremiyorlar. Birinci odadaki insanların hepsi mutsuz ve aç. Yan odadakilerinse hapsi mutlu ve tok, çünkü herkes birbirini beslemekte.
Sorunlar çözümsüz kaldıkça mutsuzluk artar ve bir travmaya dönüşür. Artık “akıl tutulması” yaşamın dinamiği haline gelir. Akıl, alay ve eğlence konusu olur ve akıllı insanlar aykırı olarak görülür.
Düşünmek, düşündüğünü ifade etmek, ortak çözüm bulmaya çalışmak, haysiyet ve onur arayışı dahi devlete, otoriteye itaatsizlik, kimi zamanda “ihanet” olarak kabul görür.
Çözümü ortak akılda görmeyenlerin dünyası kendi akıllarından ibarettir. Çözümü akılda görenlerin dünyası ise bir evrendir. Evrende arayış bitmez.
Bunca adaletsizliklere, hak ve hukuk ihlallerine, işsizlik ve yoksulluğa rağmen hala bir “akıl tutulması” yaşanıyor ve “Padişahım! Çok yaşa!” deniliyorsa, daha çok yoksulluk, açlık, itibarsızlık, kölelik ve mutsuzluk müstahakkımızdır!