Küresel rekabetin etkisiyle de dünyada her alanda çok hızlı gelişmeler yaşanmaktadır. Özellikle savaş teknolojisi bağlamında Doğu-Batı rekabeti, insanlığın geleceğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır.
Müslüman egemenlerin, arzu etmelerine rağmen söz konusu rekabet içerisinde yer alamamasını Müslümanlar için bir kayıp değil, geleceğin inşasında bir kazanım olacağını düşünüyorum.
Savaş teknolojisi için harcanan kaynakların İslam açısından yasak olması yanında, bir sömürü ve egemenlik aracı olması bakımından da bir insanlık suçu olarak görüyorum.
İnsanlığın hizmetinde, ülkelerin gelişmesinde ve barış içinde yaşamasına katkı sunan her gelişmeyi ve teknolojik devrimi de destekliyorum.
Bu rekabetin içinde Müslümanların etkin olmamasına da üzülüyor ve hayıflanıyorum.
Kuşkusuz gelişme, ilerleme; tek başına teknolojiye bağlı değildir. Öncelikle gelişmelere açık bir toplum; çağdaş bir siyasal yönetim, kurumsal-toplumsal-siyasal-düşünsel-eleştirel, özgür bir ortam gerekir. Bu özgür ortamın siyasal karşılığı demokrasidir.
Batı aydınlanmasıyla başlayan demokratik süreç, ağır bedeller ödenerek bugüne gelindi. Bu sürecin kesintiye uğramasına rağmen devam etmesi, Batı’nın özgürlük ve özgür ortam ısrarından, yani demokrasi ısrarından kaynaklandığını düşünüyorum.
20’nci yüzyılın başlarında yaşanan iki cihan harbi, milyonlarca (80 milyon) Avrupalı’nın ölümü, şehirlerin, kasaba ve köylerin, alt ve üst yapıların yıkımı, göç ve hastalıklar gibi ağır felaketlere maruz kalmış bir Avrupa’yı örnek veriyorum.
Bu süreçte, yeni ortaya çıkmış demokratik rejimlerin faşist ve totaliter rejimlerle yer değiştirdiğini unutmayalım.
Bu yıkım ve değişime rağmen Avrupalılar; aydınlanma, özgürlük ve demokrasi ısrarlarından vaz geçmediler. Avrupa’yı ‘medeni’ kılan da bu paradigma değil midir?
Orta Çağ Avrupa’sının karanlık tablosunu dikkate aldığımızda, bu değişimin Avrupa’ya nasıl büyük bir değer kattığını ve insanlık adına büyük bir kazanım olduğunu anlamak zor değildir.
Elbette Avrupa’nın bugününe bakarak tarihi, geçmiş medeniyetleri yok saymak gerçekçi olmadığı gibi tarihe ve insanlığa da haksızlık olur.
İnsanlık tarihine sadece Batılı gözüyle bakmak, değerlerin tek yaratıcısı ve merkezi olarak Batı’yı görmek bir ön yargıdan ibarettir.
Roma, Hint, Çin, Afrika, Mezopotamya veya Zerdüştlük, Mazdeizm, Budizm, Hristiyanlık ve İslam kültürleriyle oluşan medeniyetlerin çok daha derin, köklü ve asil olduğunu bilmek gerekir.
Aynı asaleti ve derinliği, Amerika kıtasının Beyaz Adam tarafından keşfedilmeden önce, Amerika için de söz konusudur.
Bu nedenle medeniyetin inşasında sadece Batılıların gözüyle değil, Afrika, Asya, Avrupa ve Amerika gibi katkısı olan her unsuru dikkate alarak bakmak gerekir.
İnsanlık tarihinde icatlar, buluşlar, dinler, bilginler, sanatkârlar olmasaydı, toplumsal hayat da asla gelişemez ve medeniyetler oluşamazdı.
Yaşadığımız coğrafya, özellikle Mezopotamya havzası yeryüzünün en mümbit, en köklü ve en kadim yurdu olarak bilinir. Arkeolojik çalışmalar, bilimsel araştırmalar aksini ortaya koymadıkça, Mezopotamya insanlığın yerleşik hayata geçtiği ilk coğrafya olarak görülmeye devem edecektir.
Bu coğrafyanın yerleşik kadim toplulukları da üzerinde yaşadıkları topraklarda nice şehirler, medeniyetler kurmuşlar ve insanlığa miras bırakıp göçmüşler.
Şüphesiz bu medeniyetlerin oluşumunda başta dinler, peygamberler olmak üzere bilge insanlar, mucitler, hükümdarlar, sanatkârlar ve emekçiler etkin rol oynamıştır.
Etnik, dini, coğrafi gibi aidiyetlerle herhangi bir etkin unsur, hakimiyet-egemenlik elde edebilir, bir süre geniş bir coğrafyayı askeri güçle tek başına yönetebilir ve hükümranlık hakkı elde edebilir.
Ancak hiçbir unsur, tek başına bir medeniyet inşa edemez.
Bu durum Müslümanlar için de söz konusu olmuştur.
İslam öncesi Mezopotamya, onlarca medeniyete beşiklik yapmış, bilgi ve bilimin merkezi durumundaydı.
İslam aydınlanmasının başladığı dönemde Müslümanlar, Hicaz sınırlarını aşıp buluştukları yeni topluluk ve kültürlerle tanıştıkça kültürel ve sanatsal zenginlik kazandılar, yeni keşifler, bilimsel veriler, yeni bilgiler edindiler.
İslam çemberine dahil olan topluluklar, doğal olarak dillerini, kültürlerini, bilgilerini, geleneklerini, sanat ve tarihi birikimlerini koruyarak Müslüman oluyorlardı.
Bu dönemde Müslümanlar sadece farklı etnik unsurlar olarak değil, gayrimüslim diğer dini unsurlarla da birlikte çoğulcu bir kültür içinde yaşam imkânı buluyordu. Bu imkânı veren bizzat İslam düşüncesinin kendisidir.
Bu kültür sonucudur ki Mezopotamya’da sadece Müslüman olan Fars, Arap ve Kürtler değil, coğrafyanın en kadim halkılarından olan Hristiyan Süryani ve Keldaniler de etkin ve aktif rol oynamışlardır.
Denilebilir ki Müslümanlara icadın, bilimsel buluşların önünü açan da bu unsurlardır.
Müslümanların yönetiminde dünyaya yayılmaya başlayan ve etrafı aydınlatan medeniyetlerin başarısı da bu çoğulcu kültürün buluşması ve ortaklaşması ile mümkün olmuştur.
Her medeniyetin temelinde akıl, bilgi, bilim, din, inanç, yönetim ve emek olduğu gibi güç, iktidar ve gösteriş de vardır.
Tapınaklar, piramitler, güvenlik amaçlı kaleler, surlar, sığınaklar, mağaralar, yeraltında saklı şehirler gibi yapıların tamamında şaheser sanat izleri kadar güç ve iktidar izleri de hep vardır, belki de önceliklidir.
Acı ancak ne yazık ki gerçek olan; bilgi merkezli dijital bir çağda devleti, liderleri, kâhin veya din adamlarını kutsayan bir anlayışın geçerliliği ve etkinliği, coğrafyamız için en büyük tehdit olarak varlığını sürdürmektedir.
Bu anlayışı koruyan ve devamlılığını kendi varlık nedeni olarak gören asıl faktör; dinler değil, egemenlik arzusudur.
Bu arzuları paylaşan siyasetçiler, haramzede zenginler, güç odakları ve din adamlarının iş birliği sonucu toplumsal aydınlanma ve medenileşme engellenmektedir.
Müslümanlar; tarihi, geçmişi, geçmişte yaşananları, liderleri, din adamlarını, devlet ve ecdadı kutsamaları sonucu sadece çağdan kopmadılar, medeniyet bilincinden ve İslam’dan da koptular.
Bunun sonucu olarak özgür akla, bilime, değişime, yenilenmeye İslamsız bir Müslümanlıkla direnmeye başladılar.
Bazı çevrelerin dinleri, özelde de İslam’ı gelişmenin ve aydınlanmanın önünde engel olarak göstermelerini gerçekçi bulmuyorum. Çünkü sorunların nedeni de çözümü de hiçbir DİN değildir.
Esas olarak bütün dinler, medenileşmeyi tavsiye ederler; adil, ahlaklı, merhametli olmak, yalan söylememek, aldatmamak, suç ve günah işlememek, hak-hukuk gözetmek, kendisi için istediğini başkası için de istemek, ortak iyiye teşvik etmek ve ortak kötüden sakındırmak, emeksiz kazancı önemsememek gibi öğütlerin hangisi ‘medeniyet’ ilkelerinden değildir?
Medeniyet kurmak veya medenileşmek için dinlerle yüzleşmek zorunludur ancak dinleri dışlamak veya dinleri engel görmek yanlıştır.
Tarihte inşa edilmiş bütün medeniyetlerin, değişim ve gelişmelerin harcında dinler ve peygamberler vardır.
Bilmeliyiz ki Orta Çağ’da aydınlanmayı sağlayan ve İslam motivasyonu ile insanlığı aydınlatan Doğu’ydu.
21’inci yüzyılda ise İslamsız bir Müslümanlık ile Avrupa’nın Orta Çağ karanlık dönemini yaşadığımızın farkında dahi değiliz.
Silahsız-savaşsız medeniyet mümkündür ancak ilimsiz-bilimsiz-hukuksuz-hürriyetsiz-adaletsiz-ahlaksız bir medeniyet mümkün değildir.
Bugün de efsane kahramanlar ve şanlı ecdat hamasetiyle, totaliter ve otoriter yönetimlerin ve kutsanmış liderlerin tahakkümünde, dincilik-mezhepçilik-milliyetçilik-ulusçuluk gibi gerici ideolojilerle bir medeniyet ve siyaset bilinci oluşturmanın imkansızlığı ortadadır.
Denetim, denge, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, hak ve özgürlükler, çoğulculuk gibi çağın/medeniyetin olmazsa olmaz ilkelerinin olmadığı hiçbir paradigma, siyaset, yönetim ve sistem ‘medeniyet’ olarak tanımlanamaz.
Söz konusu ilkelerden uzak, yani medeniyet yoksunu olan biz bu coğrafya insanlarının, Batı medeniyetiyle savaşmak, meydan okumak, rekabet etmek gibi bir birikimimiz, kültürümüz, kurumlarımız ve siyasal sistemimizin olmadığını kabul etmek zorundayız.
Bu gerçeğin altını çizmekle birlikte coğrafya olarak değil, Türkiye olarak medeniyet adına az da olsa sahip olduğumuz bir demokrasi tecrübemiz vardır.
Bu tecrübeyi çok önemli ve büyük bir avantaj görüyorum. Çünkü medeni dünya ile bağımsız ve saygın bir konumda birlikte olmanın yolu demokrasidir.
Bu bağlamda Türkiye, özü Doğu’ya ait olan Batı medeniyetiyle evrensel değerlerde buluşma şansına sahip tek Müslüman ülkedir.
İnsan hakları, hak ve özgürlükleri, hukukun üstünlüğü, çoğulculuğu, barış ve birlikte yaşamayı içselleştirerek medeni Batı toplumlarıyla dayanışma içerisinde vereceğimiz demokrasi ve medeniyet mücadelesi ile hem yerel ve milli zorbaları hem de ikiyüzlü Batı siyasetini açığa çıkarabiliriz.
Medeniyet, insanlığın ortak kazanımı olduğu için her çağın paradigmasıdır.
Bu durumda medeniyet, neden insanlığın ortak paydası olmasın?
Batı’nın kazanımlarından yararlanmak, asla bir kompleks nedeni olmamalıdır.
Medeniyetin temeli ilim/bilimdir. İlim ise insanlığın ortak malıdır. Doğu’da veya Batı’da, Amerika veya Çin’de de olsa gidip almak, paylaşmak medeni insanların görevidir.
Medeni olmanın da insanlığın da gereği bu değil midir?
Bunun yolu da savaştan değil, demokrasi ve barıştan geçer!