DOLAR
34,4656
EURO
36,3833
ALTIN
2.960,69
BIST
9.288,89
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

Abdulbaki ERDOĞMUŞ

Abdulbaki Erdoğmuş, 1 Ocak 1958 yılında Genç doğumludur. İlkokulu Genç’te İmam Hatip okulunu da Diyarbakır da bitirdi. Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü (İlahiyat Fakültesi) mezunu olup Medrese Eğitimini de Diyarbakır da tamamladı. İmam Hatip ve Müftülük görevlerinden sonra 1999 seçimlerinde ANAVATAN Partisinden 21. Dönem Diyarbakır milletvekili olarak seçildi. Aktif siyasetten sonra Sivil Siyaset çalışmalarına devam eden Erdoğmuş, Sivil Siyaset Platformu ve Sivil Siyaset Girişimi Sözcülüğü yaptı. Şimdi ise Sivil Siyaset Hareketi Koordinatörlüğünü yapmaktadır. Yayınlanmış 3 kitabı vardır.

Türkiye ortak kaderimizdir

A+
A-

Türkler ve Kürtler arasında tarih boyunca bir savaş yaşanmamıştır. Ancak coğrafyamızın emperyalistler tarafından parsellenmesi sonucu Kürdistan’ın bölünmesi ve kadim halkların dağılması travmalara ve savaşlara yol açmıştır.

Bugün de ülkemiz özelinde halklar arasında bir savaş ve çatışma söz konusu değildir.

Yaşadığımız sorunlar, en başından itibaren siyasal sistemden ve “Türklük” dayatmasından kaynaklanmaktadır.

binguven-bal2

Son kırk yılda ise sorunlar PKK ile farklı bir boyut kazanmıştır. Bugünkü ayrışmaların ve düşmanlıkların nedeni de yine siyasal sistem ve PKK’nin silahlı varlığıdır. 

Ulusal bilincin gelişmesine katkısı olsa da PKK’nin silahlı mücadelesini Kürtlerin yararına görmek gerçekçi değildir.

PKK gerekçe yapılarak Kürtlere yönelik ayırımcı ve inkârcı politikalara devam edilmiştir. Bu durumun kimlerin yararına olduğu açıktır.

Bu nedenle Kürt meselesini doğrudan PKK ile ilişkilendirmek veya sorunun nedeni olarak PKK’yi görmek doğru değildir.

Siyasal sistemin “Türklük” dayatması ve asimilasyon politikaları PKK’den önce de vardı ve sadece kamusal ve kurumsal alanda değil, sosyal alanda da hep devam etmiştir. 

Kürtlerde dil, tarih ve coğrafya bilinci hep var olmuştur. Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri de PKK ile değil, demokratik gelişmelerin etkisiyle yeniden ivme kazanmıştır. 

PKK, bu gelişmeleri silah ve şiddet politikalarıyla kontrol altına almış, ideolojik ve tekçi bir örgütlenmeyle sorunu uluslararası alana çekmeyi ve tek muhatap haline gelmeyi başarmıştır. 

Böylece PKK ile Kürtlerin demokrasi ve özgürlük talepleri biçim değiştirmiş, silahların gölgesinde ideolojik, politik ve etnik yapılanmalarla halka yeni bir istikamet çizilmiştir. 

Kürtlerin özgürlük arayışı PKK ve “tek adam” iradesine mahkûm edilerek Türkiye’nin siyasal düzeniyle uyumlu duruma getirilmiştir.

Amaçları, kimlikleri, inançları farklı da olsa dünyanın her bölgesinde demokrasinin önünde en büyük engel hiç şüphesiz “tek adam” rejimleri ve tekçi yönetimlerdir. Çoğulculuğun olmadığı yerde demokrasi yoktur.

Egemen ulusların inkârcı, ayrıştırıcı, ayırımcı, ötekileştirici politikaları edilgen ulusların taleplerini baskılayabilir ancak yok olacağını düşünmek bir yanılgıdır. Türkiye’de yaşananlar bu yanılgılara açık bir örnektir.

Kuşkusuz milyonlarca Kürt asimile olmuş, tarihine, kültürüne yabancılaşmıştır. Önemli bir kısmı da imkanlardan yararlanmak için egemen ulustan yana olmayı veya iş birliği yapmayı seçmiştir.

Diğer taraftan koruculuk sistemi başta olmak üzere işbirlikçi yapılanmaları güçlendiren devlet yönetimi, Kürtleri bölmekle yetinmemiş, bürokrasi, siyaset, iş dünyası, üniversiteler gibi kurumları “kimlik ve kişilik” bilincini taşıyanlardan temizlemiştir.

Oysa tarih bilinci olan bir Kürdün hiçbir zaman Türk olmayacağını bilmek gerekir. Kürt için “Türklük” iddiası ancak asimilasyon, baskı, dayatma yoluyla gerçekleşir.

Yasaların gereği olarak “Türk” sayılması veya “Türküm” demek zorunda bırakılması bir “kabul” anlamına gelmez.

Etnik asimilasyon, ulus-modern çağın uygulamasıdır ancak demokrasi ve özgürlükler geliştikçe kimlik ve kişilik bilinci de gelişir. Kürt meselesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Esas olarak Kürtleri yok sayan siyasal sistem, Kürt meselesini, Kürt siyasetini PKK ile terörize ederek demokrasiye, muasırlaşmaya ve hukukun üstünlüğüne direnme yolunu seçmiştir. 

Bu durumda PKK bir engel değil, gerekçedir. Siyasal sistem, Kürtlerin gün yüzü görmemeleri için Türkleri de Türkiye’yi de karanlığa mahkûm etmiştir.

Hatırlatmak isterim ki Kürtlerin mücadelesi ve direnişi yeni değildir. Kürtler, ulus projesine dahil olmadıkları 19. Yüz yılın son çeyreğinden itibaren devamlı bir arayış, itiraz, mücadele ve savaş içindedirler. 

Asimilasyon politikalarının uygulandığı devletlerde dahi büyük çoğunluğu kimlik, kültür ve dillerini söz konusu direniş ile korumayı başarmışlardır.

Esas itibarıyla yeryüzünün ilk kültür, bilim, medeniyet merkezi olan Mezopotamya coğrafyasında asimilasyon politikalarının hayat bulması mümkün değildir.

Bu yönde harcanan enerji ve kaynaklar boşuna gitmiş ve asimilasyon politikaları devam etse de sonuç vermeyeceği ortaya çıkmıştır.

Katliam, kıyım, sürgün, tehcir politikalarına rağmen bu coğrafyanın kadim halkları (Süryaniler, Kürtler, Kildaniler, Ezidiler, Aleviler ve diğerleri) kültürlerini, inanç ve dinlerini korumayı başarmışlardır.

Milyonlarca nüfustan birkaç bine düşen Süryaniler bunun açık örneğidir. Binlerce aile yerlerini, yurtlarını terk edip Avrupa ve Amerika’ya yerleşmesine rağmen ilk fırsatta nasıl köylerine geri döndüklerini veya dönmek istediklerini müşahede ediyoruz.

İnsanları kadim topraklarından, yurtlarından çıkarmak, yerlerini, yurtlarını tahrip etmek mümkündür ancak aidiyetlerini içlerinden söküp atmak mümkün değildir.

Hasankeyf’i sulara gömmek, Diyarbakır tarihi Sur’u veya Cizre’yi yakıp yıkmak mümkündür ancak bölgenin kadim tarihinden ve zihinlerden nesiller boyu silmek asla mümkün olmayacaktır.

Peki, “deve kuşu” misali başımızı kuma sokarak ne zamana kadar gerçeklerden kaçacağız?

Aynı coğrafyada yaşayan halklardan Araplar, Farslar ve Türklerde ulus ve milli bilinç artarken Kürtlerde gelişmemiş olması mümkün mü?

Yaklaşık yüz elli yıldır Kürtlerin çağdaş ve haklı talepleri baskılanmakta veya görmezden gelinmektedir. Oysa bu talepler Türklerin ve diğer unsurların talepleriyle de çelişmemektedir.

Sorunun çözümü de ayrıştırmak, ayrı ayrı muhataplar belirlemek, farklı gerekçelere sarılmak değildir. Çözüm; demokrasinin evrensel standartlarını hukukun üstünlüğü güvencesinde yönetim sistemi haline getirmektir.

Özgürlük, çoğulculuk, eşitlik ve adalet talebi belirli kesimler için değil, herkes ve hepimiz için insanlık onurunun gereğidir. Kürtler isteyince mi bu talepler devlet ve ülke bütünlüğü için bir tehdit unsuru oluşturmaktadır?

Siyasal sistemin adil, eşitlikçi, çoğulcu, muasır bir hukuk düzenine dayanması için demokratik siyasal mücadele vermek Kürtler için neden dışlanma nedeni olsun?

Vatandaşı olduğumuz devletten, sulh ortamını ve hakça bir düzen sağlamasını beklemekten daha doğal bir talep var mıdır?

Hak gaspı kadar hak taleplerini de engellemek zorbalık ve zulümdür. PKK dahil hiçbir gerekçe hak gaspını ve çocuklarımızın ölümünü meşrulaştıramaz.

Hak ve hukuk ihlallerinin muhatabı devlettir. Hak ihlalleri devlete karşı savunulur. Devlet sorumluluğunu yüklenen de hükümettir.

Terör, çatışma, savaş veya bölgesel ve küresel politikalar gereği de olsa hak ihlalleri asla meşru sayılamaz. Hak ihlallerine ve hukuksuzluğa hiçbir mazeret gerekçe yapılamaz. Koca bir dünya, masum bir tek insanın canına karşılık gelmez.

Masum bir cana kıymak tüm insanlığın canına kıymaktır. Bir insanın hakkını gasp etmek tüm insanlığın hakkını gasp etmektir.

“Türklük” dayatması, en hafif tanımıyla bir hak ihlalidir. Ülke bütünlüğü gerekçesiyle de olsa hak İhlalleri zulümdür, onaylanamaz.
Ülke bütünlüğünün teminatı “Türklük” değildir, ‘Demokratik Türkiye’ ortak paydasıdır. 

PKK ve demokrasi gibi demokrasi ve asimilasyon da bir arada ve birlikte yürümez.

Çağımız dünyasında devlet-vatandaş ilişkisinin bir itaat ilişkisi değil, hukukun üstünlüğüne dayalı bir birliktelik olduğunu görmek gerekiyor.

Kürtler dahil herkesin ve her kesimin hak ve özgürlüklerini hukukun üstünlüğü ile güvence altına alan, bu hakları başta devlet olmak üzere sivil, resmî, askeri kurumlara ve her çeşit baskı unsurlarına karşı koruyan demokratik bir siyasal düzene ihtiyacımız var.

Birlikteliğimizin, sulh ve güven içerisinde yaşamamızın ve muasırlaşmanın yolu hakça bir siyasal düzen kurmaktır.

Türkiye; ayırımcılığı, ırkçılığı, etnik dayatmayı esas alarak yönetilmeye layık bir ülke değildir. Eşitliği, çoğulculuğu, medeniyeti, hukuku esas alarak yönetilmesi gereken itibarlı, saygın, ileri, medeni bir ülke olmak zorundadır.

Mevcut siyasal düzenle itibar kazanmak, barışı tesis etmek, ileri ve medeni bir ülke olmak asla mümkün değildir.

Devletin/yönetimin ceberut uygulamaları da PKK ve diğer örgütlerin silah, şiddet ve terör yöntemi de ‘ortak kaderimiz’ olan “Demokratik Türkiye” için engeldir. Türkiye sevdası ve yurtseverlik bu engelleri ortadan kaldırmaktır.

Nesilleri, kaynakları heba etmekten artık vazgeçmeliyiz. Ayırımcılığa, adaletsizliğe, zulüm düzenine hep birlikte karşı çıkmalıyız. 

Zulüm kaderimiz değildir!..

Zulümle abad olunmaz!..

Hakça bir düzen için hukuktan başka gidilecek kapı, adaletten başka gidilecek yol yoktur.

Yazarın Diğer Yazıları
rodi
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.