Filistin’de yine yangın var, şehir yanıyor, insanlar öldürülüyor, ağır silahlarla taranan halk; genç-yaşlı-çocuk, bebek ayırımı olmadan kurşunlara ve bombalara hedef olmaya devam ediyor.
İsrail devletinin alışılagelmiş vahşetlerinden biri daha uygulanıyor.
Esas gerekçesi; “Kudüs Günü” olarak kutlanan 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın yıl dönümü gösterilse de, her seferinde Müslüman yerleşim yerleri bombalanmakta, mahalleler yıkılıp yakılmakta ve Filistinliler göçe zorlanmaktadır.
Kavganın arka planında İsrail’in yayılmacı Siyonist hedeflerinin olduğu kesin. Filistinli ailelerin sistematik olarak yerleşim yerlerinden tahliye edilmeleri de bunu gösteriyor.
İsrail‘in, Kudüs’ün tamamında egemen olmak ve ebedi başkent olarak “Birleşik Kudüs’ü” meşrulaştırmak istediği biliniyor.
Siyonistlerin hedefi bununla da sınırlı değil, adım adım “vadedilmiş topraklarda” “Büyük İsrail devleti” kurmaktır. Bu da fitne, zulüm ve savaşın sürekliliği demektir.
Batıda yaşanan soykırımın karşılığını Doğu’da süper bir devlet olarak almayı amaç edindiği de ortadadır. Böyle bir amacın; mazlum bir toplumu nasıl da zalim ve cani bir topluma dönüştürdüğünü insanlık sadece seyretmekle yetinmektedir.
Esas itibarıyla İsrailoğullarının mazlum olması da, zalim olması da yeni değildir. Onlar hakkında Kur’an’da ifade edilen çok sayıda ayetten sadece iki tanesini dikkatlere sunmak istiyorum:
Hani sizi Firavun’un yandaşlarından kurtarmıştık. Zira onlar, eziyetin en kötüsünü size lâyık görüyorlardı. Erkek çocuklarınızı boğazlıyor, kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Bu uygulamada, sizin için Rabbinizden ağır bir imtihan vardı.
(Bakara/2:49)
Ve bir zaman, (ey) İsrailoğulları, (sizden) şu (konularda) kesin taahhüt almıştık:
‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz; akraba ve ebeveyninize, yetimlere ve fakirlere iyilik yapacaksınız; bütün insanlarla güzellikle konuşacaksınız; namazlarınızda dikkatli ve devamlı olacaksınız ve karşılıksız yardımda bulunacaksınız.’
Ama birkaçınız dışında bu sözünüzden döndünüz: zaten siz, inatçı, isyankâr bir topluluksunuz!
(Bakara/2:83)
Nazi zulmünden kısa bir süre sonra devlet ile ödüllendirilen Yahudilerin, benzer bir zulmü Filistin halkına reva görmeleri, söz konusu ayetlerle daha iyi anlaşılacağına inanıyorum.
Tarihi serüvenleri dikkate alındığında bu durumun patolojik bir vaka olduğu görülecektir.
Firavun’un ağır zulmünden Hz. Musa ile kurtulan İsrailoğulları, kölelik zincirlerini kıramadıkları için ve kendi başlarına, kendi kendilerini yönetmeyi başaramadıkları için uzun bir dönem dağınık ve ilkel yaşamı sürdürmüşlerdi.
Kur’an ifadesiyle, bir düzen kurarak barış içinde yaşamaya ve medenileşmeye hep direnmiş ve bu nedenle de kendi kavimlerinden olmasına rağmen birçok peygamberi de öldürmüşlerdi.
Gerçek şu ki, biz İsrailoğullarından kesin bir taahhüt almış ve onlara elçiler göndermiştik: (ama) ne zaman bir elçi, onlara hoşlanmadıkları bir şey getirdiyse (isyan ettiler:) o (elçi)lerin bir kısmını yalanladılar, diğerlerini de öldürdüler
(Maide/5:70)
Yaklaşık yüz yıl süren bir dönemde, Hz. Süleyman ve Hz. Davud ile gücün ve egemenliğin zirvesine yükselen Yahudiler, bunun da değerini bilemedikleri için kısa bir süre içinde azgınlaşıp yeryüzünde yeniden fitne çıkarmaya ve zulüm yapmaya başladılar.
Kendilerini bütün toplumlardan üstün, ayrıcalıklı gördükleri için başka toplumlar tarafından sevilmemiş ve saygı görmemişlerdir. Bu ırkçı tutumları nedeniyle hep dışlanmış ve haksız uygulamalara maruz kalmışlardır.
Sırasıyla “Asur, Babil, Mısır, Yunan ve Roma” saldırılarına maruz kalıp öldürüldüler, dağıtıldılar ve sürgüne gönderildiler. Böylece yüzlerce yıl en az Firavun dönemi kadar zulüm ve işkenceler gördüler.
Hristiyanlığın yayılmaya başlamasıyla, Yahudiliğin bir din değil sadece bir ırk olduğu ve diğerlerinden ayrılması gerektiği inancı oluşmaya başladı.
Bu gerekçe ile ilk olarak Bizans imparatoru II. Theodosius, “Yahudiliği bir çeşit ırkçı görüşle karşılayıp Yahudileri kanun gereğince herkesten farklı bir ulus” olarak yasallaştırdı.
VI. yüzyılda Bizans imparatoru Heraklius tarafından din olarak Yahudilik “kanun dışı” sayıldı, Hristiyanların Yahudilerle bir arada yaşaması kilise tarafından yasaklandı.
İngiltere’de Yahudileri; “dinsel bir geleneğe uyarak çocukları öldürmek ve dövülmüş örümcek, kurbağa bacağı, kertenkele, Hristiyan bağırsağı ve Tanrı’ya adanmış kurban etinden meydana getirilen bir tozla kuyuları zehirleyip korkunç kara vebayı yaymakla” suçlu ve sorumlu saydılar. Bunun sonucu olarak “iki yüzden fazla Yahudi topluluğu son ferdine kadar” yok edildi.
Prusya’da Yahudilerin “arabaya binme hakları” yoktu. “Büyük baş hayvanlar gibi bir şehre girmeleri için ayakbastı parası ödemeleri” gerekiyordu.
İtalya’da Talmud’u “elde bulundurmak suç” sayılıyordu. Polonya’da Kazakların ayaklanması sırasında “yüz binden” fazla Yahudi öldürüldü.
Çarlık Rusya’sında Yahudiler, “tarihin en büyük gettosu olan batı sınırındaki bölgeye” yerleştirildiler. 12 yaşına gelen Yahudi gençleri “askere yazılmak ve 25 yıl süreyle orduda hizmet görmek” zorundaydılar.
Yahudi kadınları, “büyük üniversite şehirlerinde, ancak oruspuların sarı işaretleriyle dolaşma hakkına sahip” olabiliyorlardı.
Haçlı seferleri boyunca devamlı bir baskı ve katliamlara maruz kaldılar. “Deus Vult” (Tanrı istiyor) diye on binlerce Yahudi kılıçtan geçirildi. Haçlılar, Kudüs’te yaşayan Yahudileri “sinagoglarda diri diri yakarak” öldürdüler.
Nazi zulmünden söz etmeye gerek yoktur. 6 milyon civarında Yahudi’nin gaz odalarında, işkencelerde, insanlık dışı kamplarda öldüğü ve çoğunun fırınlarda yakılarak yok edildiği bilinmektedir.
Yahudilere yönelik vahşeti yazmaya kalemler kâfi gelmez. İnsanlık vicdanına sahip her insan da Yahudilere yönelik işlenen bunca zulmü elbette lanetleyecektir.
Gerçek olan şudur ki; Yahudilere yönelik bu vahşet ve zulümlerin hiç birisi Müslümanlar tarafından yapılmamıştır ve Müslümanların yönetiminde uygulanmamıştır.
Tersine Endülüs Müslümanlarının yönetimindeki İspanya’da tarihlerinin en huzurlu ve güvenli dönemlerini yaşadılar.
Filistin coğrafyasında ve Kudüs‘te ise Hz. Ömer‘in hilafeti döneminde barış ve güvenlik içinde oldular. Haçlı işgaline son veren ve Haçlı ordularını Filistin topraklarından çıkaran Selahaddin Eyyubi döneminde ise altın çağlarını yaşadılar.
Müslüman ve Hristiyanlarla birlikte “Hak” olarak kabul gören dinlerini rahat yaşıyor, sinagoglarda ibadetlerini hiçbir baskıya maruz kalmadan yerine getiriyorlardı.
Osmanlı hâkimiyetinde, 1860’da Kutsal topraklara yerleşmek üzere gelen Yahudilere izin verilmiş ve güven içinde yaşamalarına imkân tanınmıştır. Aynı hoşgörü ve desteği Türkiye Cumhuriyeti devletinde de görüyoruz.
Kuruluşu ile birlikte gayrimüslim unsurlara yönelik planlı saldırıların Yahudileri kapsamadığı düşünüldüğünde bu gerçekler daha iyi anlaşılacaktır.
Cumhuriyet devletinin kuruluşunda Mustafa Kemal Atatürk‘e en büyük desteği veren de Yahudiler olmuştur. Bu nedenle de gayrimüslim unsurlara yönelik tehcir ve saldırılarda Yahudiler devlet tarafından hep korunmuşlardır.
Esas itibarıyla hükümetlerin neredeyse tamamı, uluslararası kredi temininde ve özellikle ABD başta olmak üzere askeri, siyasi ve diplomatik ilişkilerde Yahudi lobilerinin desteğinden yararlanmışlardır.
Bu desteği alamayan Ecevit ve Erbakan hükümetleri de tepetakla indirilmişlerdir. Mevcut AK Parti iktidarı da en büyük desteğini içerde halktan, dışarıda da Yahudi sermayesi ve lobilerinden almıştır.
Karşılığında da İsrail’in güvenliği başta olmak üzere yayılmasında ya katkı sunmuş veya sessiz kalmıştır.
2010 yılında NATO kararıyla Malatya Kürecikte kurulan radar üssü sadece örneklerden bir tanesidir.
Türkiye’ye hiçbir yararı olmadığı bilinen bu üssün, İran’dan İsrail’e yönelik gelebilecek füzeleri önceden tespit edip haber vermek amacıyla kurulduğu, böylece İsrail’in savunmasına yaradığı açıktır.
Benzer durum, Katar ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri için de söz konusudur. İsrail düşmanları olarak bilinen Irak, Suriye ve Libya’nın; Türkiye ve Körfez ülkelerinin doğrudan müdahalesiyle nasıl yıkılıp bertaraf edildiği ortadadır.
Dikkatle düşünüldüğünde; bağımsız Filistin devletinin önünde en büyük engeli oluşturan unsurun İsrail olmadığı, engeli oluşturan ana unsurların Türkiye dâhil, ulusçu, ırkçı Müslüman ülkeler olduğu görülecektir.
Zira biliyoruz ki despot Müslüman rejimlerin ve Siyonizm’in ittifakı Filistin halkının ve Müslüman dünyasının yararına değil, bu rejimlerin ve İsrail’in varlığı için gereklidir.
Bu bağlamda diyebilirim ki; Siyonizm’in en büyük destekçileri Filistin ve Kudüs istismarcılarıdır!
Yaklaşık 50 yıldır ülkemizde de aynı söylemler, aynı sloganlar ve aynı aktörlerle “Filistin davası!” iddiasıyla hamaset yapılıyor.
Bugün de iktidar yanlısı grupların, örgüt ve partilerin organize ettiği yürüyüş ve protestoların İsrail devleti tarafından dikkate alınmayacağı bilinmiyor mu?
Akl-ı selim çevreler de, İsrail de çok iyi biliyor ki, kendi ülkesindeki zulmü görmezden gelerek başkalarını lanetlemek sadece bir komediden ibaret kalır!
İsrail’de, bağımsız Filistin devletinin gerekliliğine inanan, Müslüman ve Hristiyan halkla birlikte barış içinde yaşamayı savunan binlerce Yahudi’nin Kudüs’te gerçekleştirdiği barışçıl gösterilerin, Müslüman ülkelerde iktidar yanlısı örgütlü kesimlerin Filistin lehine yaptıkları gösterilerden çok daha samimi, ciddi ve gerçekçi olduğunun altını çizmek istiyorum.
İsrail devletinin de dikkate aldığı bu kesimlerdir.
Filistin’in özgürlüğü için Selahaddin’i hatırlayanlar/hatırlatanlar, mitinglerde, camilerde ve dualarda yeni Selahattinler arayanlar önce başlarını önüne eğerek kendilerine ve despot yönetimlerine bakmaları gerekmiyor mu?
Müslüman ülkelerin tamamında Siyonizm’in başka bir versiyonu olan ırkçılığın; Müslümanlık ve milliyetçilik örtüsüne sarılarak hâkim kılındığını görmek gerekmez mi?
Böyle bir zeminde ilim, iman, İslam, adalet, hikmet ve özgürlük bilinci oluşur mu?
İlim, iman ve İslam’ın olmadığı bir toplumda Selahattin’ler yetişir mi?
Salahattinlerin köklerini kurutan ve yetişmelerini de engelleyen İslamsız Müslümanlık zihniyeti ve bu ülkelerin ırkçı tutumlarıdır.
Selahattin’in torunlarının yok sayıldığı, tıpkı Filistinliler gibi öldürüldüğü, yurtlarından sürüldüğü ve her türlü zulme maruz bırakıldıkları bir coğrafyada, torunları özgürleşmeden iman, özgürlük ve adalet timsali Selahattin’ler artık çıkar mı?
İman ve özgürlük ancak milliyetçilik prangaları kırılarak ulaşılacak değerlerdir. Fars-Arap ve Türk uluslarının İslamsız Müslümanlığı ve kimliksiz milliyetçiliği karşılık buldukça, yeni Selahattinler çıkmayacak, Müslüman dünyasının da, Filistin halkının da özgürlüğü hayalden öteye geçmeyecektir.
Filistin-Gazze-Kudüs-Mescid’ül Aksa edebiyatı da hep istismar ve hamasetten ibaret kalacaktır.
Amacım; bugünün gerçeklerini yüzlerce yıl öncesindeki olaylarla birleştirmek değildir. Ancak bugünü doğru anlamak için de geçmişi iyi bilmek ve anlamak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
Tarih içinde Yahudi toplumuna yönelik işlenen insanlık dışı uygulamalar, zulüm, soykırım ve işkenceler ne kadar alçakça ise İsrail devletinin Filistin halkına yönelik tehcir, katliam ve zulmü de bu kadar alçakça ve canicedir.
Bu zulmün sorumlusu Yahudiler değil, ırkçı İsrail devleti, Siyonistler ve işbirlikçileridir.
Müslüman ülkeler, gruplar, partiler ve örgütler tarafından istismar edilen Filistin Meselesi; esas itibarıyla bir din/İslam davası değildir.
Olup-bitenler dinler arası bir savaş olmadığı gibi, Müslümanlarla Yahudiler arasında da bir savaş değildir.
Bu savaş; işgalci, yayılmacı, katliamcı, zorba, Siyonist, ırkçı, Zalim İsrail devleti ile mazlum, mağdur, mahrum Filistin halkının savaşıdır.
Yerli Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanların ortak yurdu olan Filistin’i işgal ederek, dünyanın her köşesinden Yahudi aileleri getirip Filistinlilerin evlerine, yurtlarına yerleştiren, büyük İsrail hayalini gerçekleştirmeye çalışan Siyonistlerin zulmüne karşı, yurtlarını savunmak için direnen bir halkın davasıdır Filistin!..
Bize düşen de; bir din tercihi veya ideolojik bir tercih yapmak değil, zalim ile mazlum arasında bir tercih yapmaktır!.. İşgalcilerle direnenler arasında tercih yapmaktır!..
Irkçı, ayırımcı zorbalar ile binlerce yıldır aynı topraklarda yaşayan masum, mağdur bir halk arasında tercih yapmaktır!..
İsrail’e öfkemiz Yahudi oldukları için değil, işgalci, yayılmacı, katil ve zalim olduğu içindir. Bu tercihimizi; sadece Filistin için değil, Müslüman ülkelerin taamında ve ülkemizde yaşananlar için de ortaya koymalıyız.
İnandırıcılığımız, güvenirliliğimiz ve samimiyetimiz ancak bu şekilde ortaya çıkacaktır.
O halde zulüm ve baskı kalmayıncaya ve Allah’ın hükmü/adaleti egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız. Vazgeçerlerse siz de vazgeçiniz; zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.
(Bakara/2:193)