Darbe yönetimleri yeryüzünün en kötü ve en despot uygulamaları olarak bilinir. Bu nedenle antidemokratik de olsa seçimle iş başına gelen en kötü yönetim dahi darbe ile oluşan yönetimlere tercih edilir.
Bu tercih doğrudur ve hiçbir gerekçe silahlı unsurların yönetime el koymasını meşrulaştırmaz. Aynı durum, silahlı unsurların farklı yollara başvurarak, demokrasi oyunlarıyla yönetim oluşturması için de geçerlidir.
28 Şubat ve 15 Temmuz müdahalesi bu yöntemin açık örneklerindendir.
Söz konusu müdahalelere karşı direnmesi gereken siyaset, ne yazık ki her ikisinde de aynı hizada saf tutmayı “vatan-devlet bekası” adına gerekli görmüştür.
Kuşkusuz bu anlayış ve ortaya konan “birlik!” tablosu, siyasetimizin ve partilerimizin demokrasi anlayışın ve samimiyetini göstermesi açısından da yeterli bir örnektir.
Oysa hak-hukuk; devletlerin, siyasetin, partilerin ve toplumların namusudur. Hak ve hukukun mütecavizlere karşı korunması, zarar görmesi durumunda yeniden tesis edilmesi bir namus borcudur.
Özellikle siyasetçilerin saygınlığı buna bağlıdır. Çünkü yasama ve temsil görevini onlar yürütmektedir.
Ne yazık ki ülkemizde demokrasi ve hukukun askıya alındığı bu dönemlerde birkaç aydın, çok az sayıda hukukçu, yazar, akademisyen, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda siyasetçi dışında duyarlılık gösteren ve sorumluluk alan kimseler olmadı.
Aydın sayımız çok az olsa da diğer kesimlerden binlerce insanımız var. Siyasetçi iddiasını taşıyanların ise sayısını belirlemek mümkün değildir.
Eski bakanlar ve emekli parlamenter sıfatıyla yüzlerce politikacı var, neredeyse bunların tamamı da müdahalelere ve otoriter sisteme kapalı kapılar ardında da olsa muhalif duruyor.
Siyasetçilerin ve toplumsal çoğunluğun iddiası demokrasi ve hukuk olmasına rağmen en duyarsız davrandıkları ve en kolay boyun eğdikleri alan da burasıdır.
Demokrasi ve hukuka yönelik tecavüzlere, saldırılara, tacize her nedense hiç tepki verilmez. Tepki verenlere de “aptal” muamelesi yapılır.
Demokrasi ve hukuk tanımayan baskıcı, otoriter yönetimleri suçlamak yerine siyasi namusunu korumak için baskıya direnenler, demokrasi ve hukuk mücadelesi verenler suçlanmaktadır.
Sıranın bir gün kendilerine de gelebileceğini hiç düşünmeden gözaltına alınanlar, tutuklananlar, görevlerinden alınanlar, işlerinden uzaklaştırılanlar görmezden gelinmekte ve dışlanmaktadır.
Kuşkusuz bu durum yalnız bizim ülkemiz ve toplumumuz için söz konusu değildir. Benzer yaklaşımlar başka ülkelerde ve toplumlarda da görülmektedir.
Bunun en çarpıcı örneğini Nazi dönemi Almanya’sında papaz Martin Niemöller bir şiirle tarihe kayıt düşmüştür.
Otoriter sistemin nasıl hızla inşa edildiğini ve faşizmin nasıl hakimiyet kurduğunu özetleyen papaz Martin’in bu şiiri, Soykırımı Anma müzelerinin duvarlarına işlenmiş olarak her ülke ve her toplum için önemini ve güncelliğini devam ettirmektedir. Şöyle der:
Önce sosyalistler için geldiler, ben sosyalist olmadığım için sesimi çıkarmadım.
Sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için sesimi çıkarmadım.
Sonra Yahudiler için geldiler, Yahudi olmadığım için sesimi çıkarmadım.
Sonra benim için geldiklerinde, benim için sesini yükseltecek kimse kalmamıştı!
Bu ifadeler birçok ülke için olduğu kadar bizim ülkemiz için de söz konusu durumu özetlemektedir.
Haklarımız, hukukumuz çiğnenirken ve tecavüze uğrarken biz ne yapıyoruz?
Komşumuz, arkadaşımız, yakın bildiğimiz biri gözaltına alınırken, haksızlığa uğrarken sesimiz çıkıyor mu?
Hukuk güvencesinin olmadığı bir ülkede insanlığın hangi değeri güvencede olabilir?
Değerleri tahrip olmuş, aşınmış, kirletilmiş hangi toplum saygınlığını koruyabilir?
Hukuk bir toplumun ortak paydası ve namusu olduğuna göre hep birlikte sahiplenmemiz gerekmez mi?
Haksızlıklara ve hukuksuzluklara hep birlikte direnmek bizler için onurlu ve namuslu olmanın gereği değil mi?
Değerleri tahrip edilmiş, aşağılanmış, değersizleştirilmiş bir toplumu bir arada tutacak, barış içinde birlikte yaşamını sağlayacak faşizm dışında bir yol kalır mı?
Herkesin kendi mağduriyetine, kendisine yapılmış haksızlıklara ağlaması hukuksuzluğu ortadan kaldırmaz.
Farklılıklarımızı koruyarak hepimiz hukuksuzluğa, haksızlıklara, ceberut uygulamalar karşı direndiğimizde ancak saygın olmayı başarabiliriz. Saygın bir toplum olmayı ancak bu durumda hak ederiz.
Unutmayalım, susarak sorumluluktan da suçlanmaktan da kurtulamayız. Otoriter yönetimler için hukuksuz uygulamalara itiraz eden, lidere koşulsuz itaat etmeyen herkes suçludur ve sırası geldiğinde bireysel veya toplumsal olarak cezalandırılacaktır.
Sıramızı beklemeden başkalarına yapılan haksızlıklara ve hukuksuzluğa karşı duyarlı olmalıyız. Otoriteryenizme karşı bugün sesimizi yükseltemesek yarın çok geç olacaktır.