Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gölgesinde kaldığı için fazla sorgulanamıyor.
Otoriter tekçi Cumhuriyet’in demokratikleşmesi beklenirken, yeni sistemle “Türk tipi” totaliter bir rejime dönüşmesini ‘yüzyılın olayı’ olarak değerlendiriyorum.
“Demokratik diktatörlük” olarak da tanımlanabilecek bu sistemin Türkiye gibi istikameti yüzlerce yıldır Batı’ya yönelmiş bir ülkede gerçekleşmiş olması daha da şaşırtıcı olmuştur.
Ancak yüz yıl boyunca demokrasi ve hukuk devleti olmaya direnmiş bir ülkede gerçekleşmiş olmasını da normal karşılamak gerektiğini düşünüyorum.
Muasır değerlere, değişim ve gelişmelere kapalı bir rejimin militarist, vesayetçi, zorba bir yönetim sistemi dışında varlığını sürdürmesi beklenemez.
Bu nedenle karanlık bir darbe senaryosu üzerinden milli, dini bir hamaset rüzgârı estirilerek Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi inşa edilmiş oldu.
Adı farklı olsa da esas olarak inşa edilen Totaliter rejimin kendisidir. Çünkü baskıcı, otoriter, ceberut bir yönetim benimsenmiştir.
Kuvvetler birliği oluşturularak yürütmenin ve yönetme erkinin tek bir kişinin elinde bulunması totaliter rejimlerin gereğidir.
Böyle bir rejim, ilkeleri gereği demokrasiye, çoğulculuğa, eşit yurttaşlığa, muasırlaşmaya ve hukukun üstünlüğüne karşıdır.
Demokrasiden söz edilecekse, partilerin ve seçimlerin varlığı, söz konusu sistemin “demokratik diktatörlük” veya “totaliter demokrasi” olarak tanımlanmasını gerektirir.
Bu nedenle totalitarizm, “tüm yetkilerin merkezîleştirildiği, devlete mutlak itaat beklenen, diktatörlükvari yönetim” olarak tanımlanmaktadır.
George Orwell, şöyle der:
Üstün bir güç, bir parti, bir lider, bir grup, bir komite, bir aygıt bütün insanları yutan bir karadeliktir. Çoğulculuk ve özel alan suçtur. Militarizm rejimin sembolü olmuştur. Bütün bu sıkılığa rağmen bazıları daha eşittir
(Hayvan Çiftliği)
Ne yazık ki mevcut iktidar ve bileşenleri tarafından Türkiye’de inşa edilen yeni sistemi de ancak bu kapsamda değerlendirebiliyoruz.
En az darbe senaryosu kadar sistemin inşasında iktidar ve muhalefetin zihniyeti de önemli rol oynamıştır.
Partilerin, “Yeni Kapı Ruhu” ortak paydası etrafında demokrasi ve hukuk karşıtı bir safta buluşması, darbe senaryosu kadar ciddi olarak düşünülmüş, planlanmış bir mühendislik projesi olduğu izlenimini doğurmuştur.
Böylece totaliter rejime geçişte siyasal mutabakat sağlanmış, iktidar ve muhalefet arasında politik mücadele Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına kilitlenerek yeni sistem güvenceye alınmıştır.
Totaliter rejimin gereği olan “tek adam yönetimi”, yine siyasi bir mühendislikle “Erdoğan’a özel” bir yönetimmiş gibi sunularak sistem yerine CB Erdoğan’ın şahsı ve uygulamaları hedef olarak seçilmiştir.
Erdoğan’ın kişiliğinden mi, zihniyetinden mi, hırsından mı, hilafet ve ulu’l-emir inancından mı, Müslümanlığından mı, İslamcı ve milliyetçiliğinden mi bilmiyorum ancak bu projeyi üstlenmesi, gururla savunması, bütün değerleri çiğneyerek sahiplenmesi Totaliter rejim adına büyük bir fedakârlık yaptığını göstermektedir.
Karşılığında “ebedi başkanlık” beklentisinin gerçekleşmesi beklenemez.
Partisi ve şürekasıyla birlikte elde ettiği iktidar gücü, şöhret, servet ve imkânın muhafaza edileceğini dahi ihtimal dahilinde görmüyorum.
Söz konusu fedakarlığın hangi amaçla yapıldığı elbette sorgulanacak ve tarihe geçecektir.
Demokrasi -hukuk devleti-hak ve hürriyetlerin kullanılması- adalet gibi ihtiyacımız olan ilkelerin inşası vadiyle iktidar olan bir partinin ve onun liderinin kendi değerlerinden ve iddialarından vazgeçerek mevcut sistem için harcadığı enerjiyi elbette takdir edenler de vardır.
Ayrıca totaliter bir rejimin inşa edilmesine verilen toplumsal desteği patolojik bir vaka dışında izah etmenin kolay olmadığını düşünüyorum.
Bunca hak-hukuk ihlalleri, ayırımcılık, KHK ve kayyım uygulamaları, talan, yağma, yolsuzluk ve zulmün toplumsal kabul görmesini bir iktidar başarısı olarak değerlendiriyorum.
Fedakarlığın nedenini ve arka planını bilmiyorum ancak bu başarının sırrı; büyük yalanların milli ve dini hamasetle süslenerek topluma sunulmuş olmasında olduğu kanaatindeyim.
Mevcut iktidarın dini ve toplumsal desteği kullanarak totaliter sisteme geçişi ve sistemi tahkim etmesini büyük bir başarıyla yürüttüğü inkâr edilemez.
Sorun, toplumsal desteğin artık devam edip etmeyeceğidir.
Esas itibarıyla dünyanın her yerinde, totaliter rejimlerde, örgüt ve partilerde sistem aynı yöntemlere dayanmaktadır.
Alman Filozof Hannah Arendt (1906-1970)1, söz konusu sistemin topluma hangi yöntemlerle kabul ettirildiğini şöyle açıklar:
Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar… İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir, buna olan inanç biterse, totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır.
Herkes sürekli yalan söylediği zaman sonuçta buna inanmazsınız ama hiç kimse de hiçbir şeye inanmaz. Böyle bir toplum, hiçbir konuda fikir sahibi olamaz. Giderek düşünme, yargılama ve eylem yetisini kaybeder. Böyle bir topluma her istediklerini yaptırabilirler!..
Diktatörlerin o kadar göz göre göre yalan söylemelerinin sebebi, tabanlarının ahlâkını bozmak ve suç ortağı haline getirmektir. Biliyorlar ki ertesi gün o yalanın tam tersini söyleyecekler ve taban bunu ‘ne büyük taktik deha’ diyerek bir kez daha alkışlayacak…
1. (Felsefe eğitimi aldığı ve bu alanda şöhret bulduğu için daha çok filozof olarak bilinir. Ancak siyaset alanında yaptığı çalışmalar nedeniyle “siyaset kuramcısı” olarak tanımlanmaktadır. Yaşamını Berlin’de sürdürürken Naziler döneminde Almanya’dan kaçarak ABD’ye yerleşmiş yetkin bir siyaset bilimci ve filozoftur.)