Demokrasi öldü; siyaset komada!
Türkiye’de, 1946’dan itibaren çok partili bir demokrasi oyunu oynanmaktadır. Az da olsa bazı partiler ve siyaset adamlarının demokrasi çabalarına rağmen bir sonuç alınamadı. Ya doğrudan veya dolaylı müdahalelerle bu çabaların önüne geçildi ve oyun tekrarlanarak sürdürüldü.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile demokrasi oyunun da sonuna geldik. Demokrasi öldü ve oyun bitti. Artık sahneye konan demokrasi oyunu değil, bir siyaset oyunudur.
Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile medeni dünyadan yüzünü kanlı bir coğrafyanın karanlık dünyasına çevirmiş, enkaz altında hazine arayan hayalperest avcılara dönmüştür.
Önce “İslam Birliği”, sonra da “dünya liderliği” rüyası, bir kabus ile sonuçlanmak üzere!
Mevcut sistem ve siyaset yöntemi nedeniyle toplum; demokrasiye ve demokratik siyasete olan inancını kaybettiği için demokrasi beklentileri gerilemiş, geleceğe ilişkin umutları azalmış, yarının değil, bugünün derdine düşmüştür.
Ekmek-geçim ve can derdine düşmüş bir toplumdan ne beklenebilir ki?
Bu durumda demokrasi kimin umurunda? Sistemin ve iktidarın istediği de bu değil mi?
Peki, bu durumda siyaset mümkün mü? İktidarın hesaba katmadığı tam da budur?
Siyasetin mümkün olmadığı koşullarda, siyasetçinin ülkeyi yönetmesi de mümkün olmayacaktır!
Bir yönetimin siyaseti tahrip ederek iktidarını uzun bir süre devam ettirmesi, hele geleceğe umut olması düşünülemez.
Daha vahim olanı; mevcut sistem ve ceberut yönetimle Türkiye komaya girmek üzere.
Türkiye, Cumhuriyetin 100’üncü yılına mevcut otoriter-totaliter-tekçi sistem ile girmesi durumunda, geleceğe ilişkin bir umut, özellikle de gençlerin bir umudu söz konusu olamaz.
Esas itibarıyla asırlardır bizim dünyamızda insanlık-özgürlük-barış-adalet-eşitlik-akıl-bilim-hukukun üstünlüğü gibi ilahi ve evrensel ilkleler, söylem ve iddiadan öteye geçmemiştir.
Bu durum, sadece dinciler ve dinbazlar için değil, laikçi-ulusçu-milliyetçi-muhafazakâr-sağcı-solcu bütün kesimler için geçerlidir.
Söz konusu evrensel medeniyet ilkelerin hiçbirisi genel siyasetimizin ve politikacılarımızın amacı olmamıştır.
Her kesim, ne kadar daha çok milli-Müslüman-vatansever-bayrak-devlet ve millete bağlı ve bağımlı olduğunu kanıtlamayı siyasi bir erdem saymaktadır.
Siyasi rekabet ve kavgalar da bu tartışmalar üzerinden yürütülmektedir.
Politikacılar ve seçmen kitlelerin buluşma adresleri ve ortak paydaları da ne yazık ki bu ilkelerdir.
Devleti, milleti soymanın, vatanı talan ve yağmalamanın yolu, yöntemi de budur.
Ne yazık ki ülkemizde demokrasi ve demokratik siyaset iddiası da bundan farklı değildir.
Demokrasi iddiası; ırkçılık, ulusçuluk, ayırımcılık, dincilik, dinbazlık gibi ötekileştiren politikalar ve ideolojilerle birlikte, iç içe yürütülmektedir. Bu durum, trajikomik değil midir?
Bu anlayış sonucudur ki, otoriter ve totaliter yönetim düzeni, hamasi ve hayali siyaset söylemleri coğrafya insanlarının ve Müslümanların zihin dünyalarını karartmış, 19’uncu yüzyılın ideolojik kargaşasının içinde kalmaya mahkûm etmiştir.
Cehalet ve hamasetle büyülenmiş bir toplum, şarlatan din adamlarıyla cennet arzulayan yığınlar, akletmeyi, bilmeyi, düşünmeyi, birey olmayı, özgürleşmeyi sapkınlık sayan bir zihniyet, barışı teslimiyet, savaşı ise cihat ve kahramanlık sayan bir inancın; çağı, insanlığı, gelişmeleri doğru okuması mümkün mü?
Zamanın ruhu ile çelişen bir siyaseti, erdem ve ahlaktan yoksun politikacıları rehber edinmiş bir anlayış ile Nur’a, aydınlığa, geleceğe yol almak nasıl mümkün olacaktır?
ABD-Rusya ve Çin Devlet Başkanları dâhil, hiçbir ülke lideri “dünya lideri” kabul edilmezken, Türkiye’de “Müslümanlık” iddiasını siyasete taşıyan neredeyse her parti başkanı, kendisini ümmet ve dünya lideri, her dini cemaat lideri de kendisini “Mehdi” olarak görüyor!
Yüzlerce yıldır, geleceği geçmişte arayan, filozoflar yerine din adamlarını rehber edinen ve onların yönlendirmesiyle despot yönetimlerin kulu, kölesi, sürü ve tebaası olmayı içselleştirmiş kitlelerin “lidere-devlete-iktidara itaat” eğilimlerinden vazgeçmelerini beklemek kısa ve orta vadede mümkün görünmemektedir.
Müslüman ülkelerin tamamında durum aynıdır. Bu hastalıklı zihinlerin ürettiği fikir ve politikalarla eşitlikçi, adil, özgür bir siyasetin inşa edilmesi mümkün müdür?
Rotasını demokrasi ve hukuk istikametinden çeviren bir Türkiye’nin, söz konusu zihniyetle bu karanlık dünyadan çıkması hayalden ibarettir.
“İnsan Hakları Eylem Planı”, “Hukuk Reformu”, “Sivil Anayasa”, “Seçim Sistemi Değişikliği” gibi iddialar inandırıcı değildir.
Bağımsız yargı olmadan ve yargı, siyaset ve ideolojik baskılardan arınmadıkça hiçbir reformun çözüm olması da mümkün değildir.
Cumhuriyetin 100’üncü yılı bir dönüm noktasıdır. Demokrasi ile taçlandırılmayacak bir cumhuriyet, muasır medeniyet iddiasını tamamıyla kaybedecektir!
Çözüm için “iktidar değişimi” de yeterli değildir. Zihniyet değişimi başta olmak üzere, her alanda köklü bir değişimi esas alacak yeni paradigma ve projelere ihtiyaç vardır.
Bu nedenle demokratik siyaset üzerinde düşünmek ve demokratik bir siyaset inşa etmek zorundayız.
Uyarmak ve hatırlatmak isterim ki, Fransız düşünür Alain Badiou’nun “Siyaset üzerine düşünmek zorundayız. Eğer bunu yapmazsak bir gün zalimce cezalandırılırız” dediği noktadayız.