Dün, gün boyu aralıklı olarak gök gürültüsü ve şırıltılar eşliğinde yaz yağmuru yağarken kızgın toprak, damlacıkları aç kalmışın iştahıyla tıs tıs sesleri çıkararak emiyor ve dışarıya sigara içmiş gibi buhar üflüyordu.
Dün, gün boyu aralıklı olarak gök gürültüsü ve şırıltılar eşliğinde yaz yağmuru yağarken kızgın toprak, damlacıkları aç kalmışın iştahıyla tıs tıs sesleri çıkararak emiyor ve dışarıya sigara içmiş gibi buhar üflüyordu.
Bugün yağmur yok, hava çok sıcaktı. Bu hava gün yarısından sonra daha çok yorardı insanı. Eğer bir işiniz için siz o saatlerde dışarı çıktıysanız, demek ki çok zordasınız. Havada uçuşan mor, kırmızı, yeşil, sarı her renkteki alev topları ve alazların saldırısıyla nefessiz kalır, kavrulup yanarsınız. Sizi bu yangından ancak bir bahçe, bir gölge korur. Fakat bahçe de sizin gibi canlı bir organizma, o da her gün her mevsime göre değişen bakımı için emek ister.
Birsen, bahçedeki budama ve ekim işlerini işin ehli ustalara yaptırır, ayrık otlarını ayıklama, gübreleme, çapalama, sulama işlerini kendisi yapardı. Bu işleri rahat yapabilmek için mahallenin ‘Terzi Teyze’sine gidip kendisi için dallı güllü bir şalvar diktirmişti.
Eğer bahçenin işleri bitmişse, çardakta oturur, canı isterse çayını demler ve kitabını alıp okumaya başlardı. Bazen de “Huuu!… Biricik Hanım!” -diye seslenerek gelen komşuları ile birlikte içerlerdi çaylarını.
Komşu hanımlardan çok onların genç kızlarıyla çardakta oturup sohbet etmek hoşuna gidiyordu. Onlar henüz iğneleyen, eşeleyen dedikodu yapmayı bilmiyorlardı. Onların diliyle konuşmak, anlaşmak, onlardan yeni bi’şeyler öğrenmek istiyordu. Onlarla her buluşmasında yeniden ‘öğrenci’ oluyor çok şeyler öğreniyor, bundan büyük bir haz alıyordu. Yanıla-öğrene çalışmalar sonunda, sosyal medyada bazı dost gruplara girmiş, kendisi için iki hesap açmıştı. Böylece; eski öğretmenleri, sınıf arkadaşları, meslektaşları, öğrencileri ve velilerin bazılarına ulaşmıştı. Yıllar sonra bu yitiklerle karşılaşmak, onların sanal ortamda ki beğeni paylaşım ve fotoğraflarını görmek çok sevindiriciydi.
Artık dostunuzun postaya verdiği mektubu günlerce beklemiyor, istediğiniz an, sesli, görüntülü, yazarak ona ulaşabiliyorsunuz. Artık, dünyada olup bitenleri kısa sürede öğrenebiliyorsunuz… Sanki dev bir dünyayı küçücük bir cihaza sığdırmışlar.
Böylece birçok ‘yasak’ etkisiz kalmış, çoğu zalimin zalimliği açığa çıkmış! Ve sosyal medya özgür korkusuz bir iklim başlatıcısı olmuştu…
Ne güzel bir buluştu bu, ne güzel!
Birsen, o gün bahçede çok çalışmış, çardakta misafir ağırlamış, içi de yorgun ve karmaşık duygular içinde eve gelmişti. TV’den bazı iç karartan haberler dinledikten sonra, pencerenin önüne geçti, gözlerini ufka, ta uzaklara dikip uzun uzun baktı. Sarı sıcak günden eser kalmamıştı, şimdi uzaklarda ürküten bir karanlık vardı. Bu karanlığı, yoksullar mahallesinin yanıp sönen ölgün ışıkları bile biraz olsun azaltmıyordu. Bakanlar, sanki, o mahallenin yüzbinlerce ateşböceğinin işgali altında olduğu duygusunu yaşar ve düşünürdü.
Sonra da kırpışan kirpiklerinin ucundaki bakışları usul usul kendi içine yöneldi ve bu kez de oraları eşelemeye başladı. Fakat orada da tek başınaydı ve ‘yalnızlık’ duyguları ortaya çıkmak için fırsat kolluyordu.
“Eyvah!” -diyerek irkildi ve o sıcak odada birdenbire üşümeye başladı. Yalnızlığa da onun ardılı olan depreşme ve çığlıklara izin vermemeliydi. Onlara dur deyip değişmeliydi…
Sanki uyur-uyanık gibiydi. Ardın ardın gitti fakat kitaplığa toslamaması için ayakları durdurdu onu. Dönüp kitaplığa baktı, böylesi darda ve zorda kaldığı zamanlarda hep kitaplığa başvururdu. Orada, sorunlarına çözüm bulabilen çok önemli iki kaynağı vardı onun.
Kaynakların: birincisi, kitapları, ikincisi, fotoğraf albümleriydi.
Kitaplığı pencereleri yapan ustaya yaptırmışlardı. Birsen de onun üstüne ‘Kütahya Çinisi’ karanfil-lale motifli bir çini vazo, onun iki yanına da aynı çini ustasının eseri iki tabak alıp asmıştı.
Budaklı çamdan yapılan ve dokuları görünsün diye mat vernikle cilalanan bu kitaplığın, öne açılan kanatlarında üç milimlik camları, alt tarafında da çekmeceleri vardı. Kitaplığın raflarında: Fransız, Rus klasikleri, bizden öykü-romanlar ve ayrıca eğitimle ilgili kitapları vardı. Her kitabın girişine de kurşunkalemle; alınışı, okumaya başlama ve bitirme tarihleri yazılmış, bazı sayfalardaki kimi satırlar çizilmiş, kimi boşluklarda da bazı kısa görüş notları, anımsatan-uyaran soru ve ünlemler bulunurdu.
Üç albüm, kitaplığın orta çekmecesindeydi. Birinde; çocukluk ve öğrencilik yıllarına ait siyah-beyaz, diğer ikisinde de öğrencilik sonrasından bugüne varan çoğu renkli fotoğrafları vardı. Sanki, bu günlere kolaylık sağlasın düşüncesiyle, her fotoğrafın arka yüzünde de ‘Kim kiminle, nerede, ne zaman’ notları yazılmıştı.
Birsen, ne zaman kitaplığa yönelecek olsa gözleri en önce: Georges Politzer’in ‘Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ ve ‘Felsefenin Temel İlkeleri’ isimli, birbirinin devamı sayılan iki kitabı görürdü. Bu iki kitabı odak yapan bazı haklı nedenleri vardı. Tabii ki, her seferinde de bu nedenleri bir bir hatırlamaya başlardı:
*
Öğretmen okulundaki meslek dersleri öğretmeni, haftada 40 dakika da ‘Serbest Çalışma’ dersine de girerdi. Öğretmen adaylarını köy gerçekleri ile tanıştırmak için derste Fakir Baykurt’un ‘Yılanların Öcü’ romanını, diksiyonu iyi olanlara okuturdu. Tüm öğrenciler bundan çok etkilenir ve o dersin bir hafta sonraki saatini sabırsızlıkla beklerdi (Birsen’in, kitap okuma tutkusu işte o günlerde başlamıştı).
Son sınıf öğrencilerine; köyü, okulu, öğrenci ve çevreyi tanıtmak ve uyum sağlamak için 2 ay süreli bir “staj” yaptırırdı. Öğrenciler de belli bir sırayla sınıflarda ders verir, ders bitiminde o sınıfın öğretmen ve stajyer arkadaşları tarafında eleştirilirdi. Ayrıca; yazışma kuralları, kayıt, devam-takip işleri, köy ve çevre sorunları ve okul yönetimi konuları konuşulur, tartışılır, çözüm için izlenecek yol-yöntemler dile getirilirdi.
On kişilik ‘öğretmen adayı’ arkadaşı ile birlikte 2 ay kalacakları bir köyde, ‘öğretmenlik stajı’ yapmaya başlamışlardı. Birsen 4. sınıfa ders veriyordu. Öğrenciler arasına dağılmış dinleyiciler arasında; rehberlik yapmak için gelen meslek dersleri öğretmeni, 4. sınıfın öğretmeni ve 3 ‘stajyer’ arkadaşı vardı. Ders bitiminde toplanmış ‘Değerlendirme’ yapıyorlardı. En son değerlendirmeyi de meslek dersleri öğretmeni yapmış ve kısaca: “Birsen’in, bireysel farklılıkları önemseyen sınıf yönetimi, planlaması, ses tonu, zamanı kullanması çok iyi.” –deyip, çok olumlu tespitlerde bulunmuştu. Sonra da yalnız kaldıklarında öğretmeni ona: “Kızım, dünyada olup bitenleri anlayıp, yorumlamak için felsefeyi bilmek gerekir. Bunun için de Georges Politzer’in: Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri kitaplarını mutlaka alıp okumalısın.” -demişti. Birsen de hemen o kitapların isimlerini defterine yazmıştı.
Hani, göreve başladığı gün gaz lambası ışığında, tahta bavulu boşaltıp, yerleştirdiğinde duygu seli yaşayıp ağlamıştı ya, işte o eşyalar arasında bugün kitaplığın odağında olan bu “iki kitap” da vardı.
Ve o tek odalı evinde, yalnız kaldığında bazen günışığında, bazen gaz lambası ışığında okumaya başlamıştı bu kitapları. Roman ve öykü benzeri bir akıcılıkları olmadığı için de bazen bir cümleyi, ya da paragrafı anlamak için tekrar tekrar okuyup kendisiyle tartışırdı. Ayrıca bu kitaplar, okunup rafa kaldırılacak türden de değildi. Bazı günler bir paragrafı veya bir bölümü açıp yeniden yeniden okuyordu.
O iki kitap: ‘sebep-sonuç yasası’ (ya da karşıtlar yasası) gereği; doğada ve yaşamımızda sürekli bir dönüşüm, gelişim, başkalaşım olduğunu. Var olan tüm durumların da birer sonuç… İnsanlığın bu nesnel sonuçlardan, korkuya dayalı teslimiyetçi, kaderci ve bağımlı kılan anlayışlarla değil, o gerçekleri kabul edip, onlardan korunmak-kurtulmak amacıyla; soran, araştıran, sorgulayan, düşündüren özgür bilimlerin kontrollü çalışmaları ile kurtulabileceğini… O zaman bilinmezin daha bilinir, karanlıkların daha aydınlık olacağı, böylelikle daha iyiye, güzele, gerekliye ulaşılacağını… Emeğin en yüce değer olduğunu… Korku ve zorlukların, ancak birlik gücüyle yok olacağını, eşit haklarla yaşamın daha dengeli ve yaşanır olacağını da… Öğretmişti.
Birsen, yaşamda olup bitenleri; bu kitabı okuyup düşündükçe, sınayıp denedikçe daha iyi anlamıştı:
Artık, doğa kaynaklı sorun ve felaketlerin, koruyucu önlemler alarak daha az zarar vereceklerini, sosyal ve psikolojik sorunların da demokratik, dayanışmacı, eşitlikçi anlayışlarla giderilebileceğini anlamış-öğrenmiş ve bu yöntemle düşünüp sorgulayan, değişen bir öğretmen olmaya başlamıştı.
Yaşanmışlarla buluşmayı bunlar sağlıyor ve bu da ona çok iyi geliyordu. O kaynaklardaki öyküleri anımsayıp; onları biraz eşeler, o özne, nesne, içerikler, olgular ve sonuçları olan sevinç-üzüntü dolu anları yeniden yaşar, güler, ağlardı. Kitapların en önemli kazanımı; düşünerek, sorarak, araştırıp, yorumlayarak yol alacak yöntemler öğretmesiydi. Ancak bu yolla bazı psiko-sosyal yaşam zorluklarını aşmıştı. Onun için kitaplarla konuşmak ona çok iyi geliyordu.
Bazı günler, bir ses, bir dize, bir ezgi, bir görüntü, bir çığlık, bir coşku, bir gezi, bir dost grubu kısaca ‘eski’ çekip alır onu içine. O bir insandı, onun da sezdirmek istemediği baskılanmış cinsel güdüleri, duyguları, düşleri vardı, bir başına kalınca onlar alevlenirdi. Hele de ergen olduğundan beri hiç kimseyle paylaşmadığı yatağına uzanıp gözlerini yumunca; öğretmen arkadaşları, yöneticileri, öğrencileri, velileri sıralanırdı. Kimini; “Acaba ne oldu?” -diye merak eder, kimiyle kendini kıyaslar, kimini ise özlerdi. O anlarda yaşanmışlıkları hızla yansırdı içindeki ekrana. Seçtiği bazı özne, içerik ve çağrıştırdıklarıyla baş başa kalınca engel olmadığı duyguları öne çıkar kendiyle fısıltılar, iç çekişler, iniltiler eşliğinde sevişir ve uyurdu.
Öyle yaptı ve uyudu.
(Devam edecek)