Bu şehirde yaşayan birçok kimse bilmez ( Merx) Ardıç Ağacı’nı.
Bingöl ilimizin Adaklı ilçesinin yüksek dağlarında yöre insanı tarafından Merx dediğimiz, Türkçe adıyla Ardıç ağacının yüzyıllarca en şiddetli kar’a kış’a, fırtınaya rağmen renginden, yeşilliğinden ödün vermeyen tek canlı ağaçtır o.
Bende bilmiyordum, bu köklü asil ve insan hayatına bu kadar faydalı ağacın özelliklerini.
Gazeteci arkadaşım, Yunus Budak’la beraber Adaklı’dan Bingöl’e doğru gelirken ( Dımlag) Karaçubuk, Kozlu, (Hollan) Boyalı, Başköy köyleri sınırlarının en yüksek dağlarında yaz kış, yeşilliğini koruyan ağacın hikayesini.
Bu tür doğa olaylarına duyarlı gazeteci arkadaşımın “bunlar nedir? bu nasıl bir ağaç, ben daha önce Bingöl’de böyle bir ağaç görmedim” sözleri üzerine durduk ve kar beyaz örtüsü üzerine yeşil çam türü ağaçların fotoğraflarını yakından çektik ve ondan sonra araştırma gereği gördüm. Oysaki bizim merximizin ne özellikleri varmışta biz bilmiyormuşuz.
KÜRTÇE MERX, TÜRKÇE ADIYLA ARDIÇ AĞACI VE ARDIÇ KUŞUNUN HİKAYESİ!…
Belki sadece adını duymuştur. Görse tanımaz bile. Aslında ne kadar da bilinmesi gerektiğini de bilmezler. Ovalardan dağların en yüksek, soğuğun, karın, fırtınanın en şiddetli olduğu yerlerde nasıl da heybetli durduğunu. Sanki bizlere karşılaştığımız her zorlukta dayanabileceğimizi kendi dili ile anlatmakta, ama başarılı olamıyor.
Neden mi? Çünkü onun dili insanların konuştuğu dille aynı değil. Hoş aynı olsa ne fark eder ki? Aynı dili konuşsak da, anlamak istemeyince hiçbir şeyi anlamamak gibi bir özelliğimiz var. Sadece kendi doğrularımız var ve onların dışındaki tüm söylemler önemsizdir. Bu kadar duygusuz olmayı nasıl becerebiliyoruz? Bu dünya, bizim için elinden gelenin en güzelini vermeye çalışırken, neden ona karşılık olarak biraz da olsa teşekkür edemiyoruz?
Sanırım bunun sebebini hepimiz biliyoruz.
Bencillik. Bencillik. Bencillik…
İNSANLARA KÜSEN ARDIÇ AĞACI
Peki, Ardıç Ağacı insanlara neden küser ve bunu nasıl anlarız?
Kendimizden örnek verelim. Birisini kırdığımızda, ya da onun değer verdiği birisini onun elinden alıp kendimize bağladığımızda ne olur? Kırdığımız kişinin bize olan davranışlarında değişiklik olur değil mi? Bize karşı soğuk davranır. Değer verdiği kişinin bizimle daha çok vakit geçirmesine ve onu dışlamasına ne kadar da üzülür. Eskisi gibi her zaman yanımızda olmaz. Fırsatını bulduğunda da terk edip gidebilir. Ya onun sevdiği kişiye ne demeli? Belki de menfaati için onu terk etmiş ve bizim yanımızda duruyor. O da ayrı bir konu. Aynı durumun yeryüzündeki diğer canlılar için de geçerli olabileceği hiç aklınıza geldi mi? Birbirine muhtaç iki farklı canlı. İkisi de, dayanışmalarından dolayı aynı ismi aldıklarını çok iyi biliyor. Biri Ardıç Ağacı, diğeri ise ona sevdalı Ardıç Kuşu. O kadar ki asırlar boyu sevgileri ve dostlukları dilden dile dolaşmış, gıpta ile anlatılmış.
Ardıç, Servigiller ailesinin Juniperus cinsinden iğne veya pul yapraklı ağaç ve çalıların ortak adıdır.
İğne yaprakları kendisinin zorluklarla ne kadar da mücadeleci olduğunun göstergesi. Öyle, benim diyen her canlıya barınmak için izin vermez Ardıç Ağacı. Sevdiğine, yani Ardıç Kuşu’na izin verir, iğneleri onun canını acıtmaz. Hoş acıtsa da sevdiği buna gücenmez. Çünkü birbirleri için yaratılmışlar sanki. Aralarındaki bu bağlılık çok güzel bir “birlikte yaşam” örneği olarak gösterilebilir.
Ardıç Ağacı da diğer canlılar gibi çoğalmak ister. Bunun için de çok güzel tohumlar üretir. Ancak bu tohumlar toprakla buluştuğunda iki önemli sorun yaşamaktadır. Bunlardan birincisi, kendi yavruları dibinde çoğalacak ve toprak yeterli olmadığı gibi güneşi de gölge yüzünden göremeyecek ve gelişemeyecekler. Bir süre sonra yeni fidanlar gelişemeden ölecekler. Merak etmeyin, böyle bir şey de olmuyor zaten. Neden mi? Bunun sebebi de ikinci sorunda yatıyor. İkinci sorun ise tohumlar toprağa serpiliyor ama hiç biri çimlenip gün yüzü göremiyor. Çünkü tohumların kabuğu çok sert ve toprakta tohumlar açılmıyor. O zaman ne olacak, nasıl çoğalacaklar peki? İşte tam bu esnada sevdiği, ona hayran olan Ardıç Kuşu devreye giriyor.
Ardıç Ağacı, tohumlarının üzerine Ardıç Kuşu için besleyici bir besin maddesi ekliyor ve Ardıç Kuşu’nun göz ve damak zevkine uygun bir hale getirerek bunu kuşa ikram ediyor. Afiyetle bu tohumları yiyen Ardıç Kuşu, karnını doyurduktan sonra, seyahatine devam ediyor.
Kim bilir nereleri geziyor…
Bu esnada kuşun sindirim sisteminden geçmekte olan tohumların dışındaki kısım, besin maddesi olarak kullanılırken, tohumun kabuğu, sindirim enzimleri sayesinde yumuşatılıp, asitli bir özellik kazanmış dışkıyla toprağa düştüğünde çimlenebilecek bir hale getiriliyor. Böylece Ardıç Ağacı’nın yaşadığı iki sorun da çözülür ve yavruları kendinden uzakta bir yerde büyümeye başlayarak güneşin tadını çıkarırlar. Şimdi burada ağaç, kuştan mı faydalandı yoksa kuş, ağaçtan mı? Bunu size bırakıyorum. Burada dikkatten kaçmaması gereken, bu iki canlının yaşamlarının birbirine bağlı olduğunu fark edebilmemiz. Eğer ardıçlardan oluşan bir orman olacaksa burada ardıç kuşlarının bulunması da çok önemlidir. Peki ardıç kuşları, en sevdikleri bu tohumu yemekten vazgeçip, daha kolay ve zahmetsiz yiyecekler bulurlarsa ne olur? “Ardıç ağaçları zamanla yok olur” dediğinizi duyar gibiyim…
Evet, bunu söylemek çok kolay olabilir fakat ardıç kuşları en sevdikleri besin maddesinden neden vazgeçsinler ki? Buna bizlerin sebep olduğunu kabullenmek çoğumuza zor gelebilir. Bunun cevabını ancak, “Doğa Bir Bütündür” temel ilkesine uyarak kendimizi Ardıç Ağacı’nın yerine koyup onun dilinden konuşarak bulabiliriz. Hadi o zaman, ben kendimi Ardıç Ağacı’nın yerine koyup konuşayım.
Bakalım duygularımı anlatabilecek miyim…
Ardıç Ağacı: “Benim çoğalabilmem için Ardıç kuşuna ihtiyacım olduğunu artık biliyorsunuz. Sevdiğim olmadan benim yaşamamın mümkün olmadığını da…
Benim doğaya ve sizlerin yaşamınıza faydalarım saymakla bitmez. Kuzey yarım kürede bulunan 60 farklı türdeki akrabalarımı ve Anadolu adını verdiğiniz yurdunuzda 8 farklı türümüzü her yerde doğal olarak hazır buldunuz. Birçok türümüz 2000 yıla kadar yaşayabilecek bir yapıya sahip olmasına rağmen bizleri erkenden kesip kendi mefaatleriniz için kullandınız, sesimizi çıkarmadık.
Tarihinizin ve ömrünüzün bizden az olmasına rağmen uygarlıklarınız süresince bizi, çürümeye, kurtlanmaya, suya dayanıklılığım, yüksek enerjiye ve ses iletimine sahip olmamız nedeniyle, konut, kuyu, sarnıç, ambar inşasında, bahçe çitlerinde, müzik aleti yapımında, demir atölyelerinde, ısınmada ve keçilerin beslenmesinde kullandınız. Orta çağda meyvelerimizi her derde deva olarak bildiniz ve yediğinizde idrarınız menekşe kokusu aldığından Romalı kadınlar hep meyvelerimizden yediler.
Yine bu çağlarda cadılardan korunmak maksadıyla yazlık evlerinizin önlerine diktiniz. Cadılara gerçekte bir şey yapamadığımız halde onların fenalıklarından korunmak için elinizden geldiği kadar bizi her yerde yetiştirmeye çalıştınız. Ben sizlere manevi rahatlık ve maddi güzellikler sundum.
Türkiye deki 8 farklı tür akrabalarımla Anadolu’nun her yerini yıllardan beri kapladık ve birlikte yaşayalım dedik. Haberiniz olsun, oluşturduğumuz ormanlarının % 92 si artık orman niteliğini yitirmiştir. Nasıl mı yitirdik?
Bir de bu soruyu bana mı soruyorsunuz? Güldürmeyin beni. Hiç gülecek halim kalmadı. Yüzlerce yıl önce Ardıç ormanları ile kaplı İç ve Doğu Anadolu da erozyonu önleyecek orman kurmada kullanılabilecek tek ağaç bizdik. Her yıl erozyonla kaybettiğin toprağı bir daha nasıl kazanacağınızı düşünüyorsunuz. Verimli topraklarınız gittikten sonra da vay tarım arazisi kalmadı, vay üretim azaldı vay şöyle vay böyle konuşuyorsunuz.
Oturduğunuz dalı kesiyorsunuz haberiniz yok. Ya da böylesi işinize geliyor. Biz çok az su ile kıraç arazilerde yaşayabilir ve orman yangınlarına karşı da dirençliyken sizler nasıl oluyor da bize kıyabiliyorsunuz? Bizleri tıp sektöründe, tavsiye etmesek de alkollü içki yapımında, güzelliğiniz için kozmetik sanayiinde, barındığınız ve çalıştığınız işyerleri için inşaat sektörü ve mobilya sanayisi için de çok değerli ve önemli olduğumuzu söylüyorsunuz, çok kolay işlenebildiğimizi ve yıllarca bozulmadan kalabildiğimizi biliyorsunuz. Bizleri rüzgar, kar ve ses perdesi olarak yol kenarlarında ve kentlerde de kullanmaktan çekinmiyorsunuz. Ayrıca, kendi sağlığınız için de beni tercih ettiniz.
Örneğin; Dallarımdan yapılan merhemi derinizin üzerine sürerek ovalarsanız, cildinize iyi gelir. Terletici bir bitki olduğumdan romatizma ve soğuk algınlığına iyi gelirim.
Kanınızdaki şeker miktarını düşürürüm. Regl ağrılarınızı dindiririm.
Nefes kokularınızı gideririm. Kansızlığınıza iyi gelirim. İyi bir idrar söktürücüyüm. Rendelenmiş meyvelerim sirke içine konup bekletildikten sonra bir bezle alın üzerine sarılırsa baş ağrılarını giderir. Taze meyvelerimin ezilmesiyle elde edilen şurup öksürüğe çok iyi gelir. Taze dallarımın çayı zayıflamak için kullanılır. Doğal olarak yetişebildiğimiz ve elinizin değmediği nadir bölgelerden olan Aladağlar’da da durum oldukça ciddi bir hal almıştır. Kentleşme ve turizm adı altında sizin teknolojilerinizi son olarak görmek istediğimiz yaşam alanlarımız her geçen gün azalmakta ve bilinçsizce yapılan uygulamalarla da bir doğal yaşam alanımız daha yok edilmeye çalışılmaktadır.
Yoğun iş temposundan, şehir trafiğinden, yaşadığınız ya da çalıştığınız taş binalardan, asfalt yollardan, yapmacık insan davranışlarından sıkılan sizler, Aladağlar’a yani bizlerin özgürce yaşadığı yerlere gelip birazcık olsun rahatlamak adına piknikler yapıyorsunuz, doğa yürüyüşlerine katılıyorsunuz, çadırlar kuruyorsunuz. Buralara gelirken doğaya özgü şeyleri yanınızda getirmek yerine insan yapımı teknoloji ürünlerini de beraberinizde getiriyorsunuz. Burada geçirdiğiniz vakit süresince dilediğiniz gibi eğlenip yemekler yiyor ve içecekler içiyorsunuz.
Bunlara lafım yok, ancak buralarda bıraktığınız yemek artıkları, plastik tabak ve bardaklar, şişeler, çerçöp ne olacak peki. “At doğaya o yok eder” deyip gidiyorsunuz. Doğanın da bir döngüsü var. Her şeyin yok edilme süresi aynı zorlukta değildir. Bunu sen de biliyorsun. Sadece sen değilsin ki buraya gelen. Sadece sen olsan ne olur?
Bence doğaya böyle davrananın öncelikle kendisine saygısı yoktur. Attığınız yemek artıkları burada Ardıç kuşlarının hazır yemek bulmaları için imkân sağlıyor belki. Bazen çok geç buluyorlar bu yiyecekleri ve hastalık yayan bir halde. Onları yiyen kuşlar zehirlenip ölüyorlar. Bundan haberiniz var mı?
Doğa insanların çöplüğü değildir, insanlar doğanın bir parçasıdır. Sizden bu güne kadar özgürce yaşamaktan başka bir şey istemedik. Oysa siz bencilce bizim yaşam alanlarımızı yok ettiğiniz gibi bir de sevdiğimi elimden alıyorsunuz. Nasıl mı?
Sizlerin devasa kentleri ve onların çöplükleri o kadar büyüdü ki, kuşlar meyvelerimi yemektense çöplükten beslenmenin daha kolay olduğunu keşfettiler. Ardıç kuşu ağacını, sevdiğini unuttu. Şimdi kentlerin, kasabaların çöplüklerinde yaşıyorlar. Artık, Ardıç ağaçları ise kayboluyor gözünüzün önünden. İçiniz rahat olsun!
Ardıç kuşu insanlar gibi, zahmet çekmektense kolay geçinmenin, kolay yaşamanın yolunu arıyor, ardına bakmıyor. Bu yüzden şehirleri seçiyorlar. Hâlâ sana sevgi duymamı mı, sana faydamın olmasını mı istiyorsun benden. Artık ben sizinle aynı dünyayı paylaşmak istemiyorum.
Geçmişte yalnızca ardıç kuşunun midesindeki salgı ve dışkısındaki kimyasallarla çimlenebilen ardıç ağacı, bu bölge insanının hunharca kullanması sonucu giderek azalmaya başlandı. Bu dağların en eski yerleşim ağaçlarından olan ardıç ağaçları, korunmaması halinde, üç beş seneye kalmaz bunlarda bitebilir…