İnsanlığın ilk yurdu, tarih, astronomi, kültür, sanat, tarım, zanaat, din ve inançlar, Dicle-Fırat, yeryüzünün en verimli toprakları, asalet ve medeniyet denildiğinde ilk akla gelen kuşkusuz Mezopotamya’dır.
İnsanlığın ilk yurdu, tarih, astronomi, kültür, sanat, tarım, zanaat, din ve inançlar, Dicle-Fırat, yeryüzünün en verimli toprakları, asalet ve medeniyet denildiğinde ilk akla gelen kuşkusuz Mezopotamya’dır.
İlk yerleşim merkezleri, köyler, kasabalar, şehirler bu coğrafyada kurulmuş ve buradan yeryüzüne yayıldığına inanılmaktadır. Bu yerleşik toplulukların başında Asurlar/Sürüyeniler gelmektedir.
Süryaniler, bu kutsal toprakların sadece ilk topluluklarından değil, ilk öğretmenleridir de…!
Antakya, Şam, Harran, Diyarbekır, Mardin ve Ninova ve de daha nice merkezlerde inşa edilen sanat-bilgi-kültür ve medeniyet hazinelerinin kurucu unsurlarındandır Süryeniler!
Ne yazık ki bugün bu merkezlerin tamamında neredeyse yok hükmündedirler ve semboller dışında yerlerinde yeller esiyor..!
Sevindirici olan ise arkeolojik çalışmalarla ortaya çıkan tabletlerde kullanılan çivi yazısının artık kolayca okunur hale gelmesi, efsanelerle oluşturulmuş yalan tarihin de yerini gerçeklere bırakacağının müjdecisidir. Dicle kıyıları boyunca var olmuş, Sümerler, Medler, Asurlar, Kildaniler artık bilimsel buluşlarla daha iyi anlaşılacaklardır.
Arkeolojik çalışmalarla her yıkıntının altından bir tarih, kültür ve medeniyet hazinesi ortaya çıkıyor. Bilim geliştikçe, tarihe, toprağa, suya gömülen, unutturulan ve izleri silinen nice hazineler yeniden tarih sahnesine çıkıyor.
Diyarbakır-SUR’un yıkımı ve Hasankeyf’in sulara gömülmesi, Güneşin yeniden doğmasını engelleyemeyeceğine göre, Mezopotamya aydınlığını da karartmaya yetmeyecektir. Bu toprakların kadim halkları olarak savaş, terör, kan, katliam, yağma ve talana rağmen umudumuzu kaybetmemeye yeminliyiz.!
İnkar, imha ve her türlü engellemelere rağmen Mezopotamya ve Anadolu kültürü yeniden bütün ihtişamıyla doğuyor.!
Bu nedenle de bu coğrafyanın kadim topluluklarından biri olan Süryanileri, yani bu ihtişamlı medeniyetin öğretmenlerini yazmak istedim.
Süryani dili, öğretisi ve kültürü 13. yüzyıla kadar Mezopotamya’da etkin ve yaygın bir durumdaydı. Müslümanların bölgeye hâkimiyetinden yüzlerce yıl önce başlayan Süryanilerin ilmi, kültürel ve dini faaliyetleri, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı yönetimlerinde de hız kesmemiş, birçok kilise, manastır ve ilim merkezleri kurarak hizmetlerini sürdürmüşlerdir.
Özellikle Abbasiler döneminde başlayan tercüme faaliyetlerinde başat rol almışlardır. Birçok eser bu öğretmenler tarafında Yunancadan önce Süryaniceye, daha sonra da Arapçaya çevrilerek medreselerle ve okurlarla buluşmuştur.
Müslümanlara en yakın bir unsur ve müttefik olarak hiçbir dönemde sorun çıkarmadıkları gibi, Haçlı savaşları ve Moğol istilasında da Müslümanlarla birlikte ağır bedeller ödemişlerdir.
Bu güzide topluluğun Müslümanlarla barış içinde yaşamalarının iki nedeni vardı:
Birincisi; barış, hoşgörü ve yönetime itaat geleneklerini doğrudan Hristiyanlık inancından almışlardı. M.S. birinci asrın ortalarında Hristiyanlığı kabul ettikten sonra İncil’in şu prensibini kendilerine ilke edinerek buna hep bağlı kaldılar:
“Herkes baştaki yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı’nın buyruğuna karşı gelmiş olur… Vergi hakkı olana vergi, gümrük hakkı olana gümrük, korku hakkı olana korku, saygı hakkı olana saygı, onur hakkı olana onur verin”
Gerçekten de Süryaniler, Bizans dâhil hiçbir yönetime isyan etmemişler, uyumlu ve barışsever olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve ulus devletler süreçlerinde de bir başkaldırı örneğine rastlanmaz.
İkincisi; Müslümanların kendilerine dokunulmasına izin verilmemesidir. Bunun nedeni; Hicret’in 2. Yılında Hz. Muhammed’in yazdırdığı bir ahitname belgesidir. Arapça yazılmış bu belgenin orijinal metni Mardin Deyrulzafaran Manastırı arşivinde korunmaktadır:
“Bu ahitname Hz. Muhammed tarafından tüm Hristiyan toplumlarına verilmiştir. Her kim bu ahitnameyi bozarsa, Allah’ın ahdini bozmuş, dinine istihza etmiş olur, bundan böyle Allah’ın lanetine maruz kalır. Bu ahdi yerine getirmeyen sultan dahi olsa, aynı hükme maruzdur.
Bir rahibi, bir gezgini, dağda, derede, kırda, şehirde, çölde ya da hücresinde olsun, şahsımla, avanımla, milletimle korumak için bu ahdi yerine getirmeyi kabul ettik. Zira onlar da benim riayetimdir (hatırı sayılır toplum demektir).
Onların kiliselerini; boşaltıp yıkmayın, malzemelerini camilerde kullanmayın, Müslim nikâhı altında olan Hıristiyanlara cebir ve zorlama yapmayın, onları diledikleri gibi kendi kiliselerinde ibadet etmekten men etmeyin, kilise onarım işlerinde onlara yardım edin, ruhani sınıflarını askerlik hizmetlerinden muaf tutun. Yol üstündeki bağ, bahçelerin ağaçlarını kesmeyin…
Kim bu ahitnameye muhalefet ederse, Allah’ın Ahdini bozmuş olur ve Allah’ın lanetine maruz kalır.”
Hz. Ömer (r.a), Mezopotamya seferinde Süryanilere zarar verilmesini bu ahitname gereği olarak yasaklamış, manastırın güvenliği de Müslüman savaşçılardan oluşturulan bir birlik ile sağlanmıştır.
Süryaniler, daha sonraki dönemlerde de çoğunlukla güven içinde yaşamışlardır. 18. Yüzyıl ortalarından itibaren güvenlikleri tehlikeye girmiş, daha sonra da büyük kıyımlara, tehcir ve zorluklara maruz kalmışlardır.
Süryaniler, İncil ilkesine bağlı kalmayı hala sürdürürken, ne yazık ki Müslümanların peygamberlerinin ahitnamesine bağlı kalmadıklarını ifade etmeliyim.
Harabeye dönen kiliseler, talan edilen servetler, el konan bağ-bahçe ve konaklar, hazine adına kamusallaştırılmış araziler, tehcir ve göç esnasında yağmalanan dükkânlar, iş yerleri, cinayetler, katliamlar bir utanç olarak kayıtlara geçmiştir.
Ulus ve milli devletler uğruna farklılıkları ortadan kaldırmak için ne değerler feda etmedik ki? Öğretmenlerimizi dahi katlettik, yerlerinden yurtlarından kopardık.!
Uygulanan baskılar, tehdit, talan ve yağma sonucu beş bin yıllık Mezopotamya ve Anadolu aidiyetlerinden kopararak dünyaya dağılan bu halkı unutturmak, izlerini silmek için ulusçu/milliyetçi, dinci, dinbaz ideolojilerin başvurmadığı bir yöntem kalmamıştır.
Ortadoğu ve Türkiye’den göç etmek zorunda kalan bu kadim topluluk, yerleştiği her ülkede yüzlerce kilise, özel okul ve kültür merkezleri inşa ederken, yaşadıkları ülkelerin kalkınmasına da büyük katkılar sunmaktadırlar.
Antakya Süryani Ortodoks Patrikliği ’ne bağlı olarak dünyanın birçok ülkesinde yaşamaktadırlar. Sadece Hindistan’da üç milyon civarında Süryani’nin yaşadığı tahmin edilmektedir. Amerika, Avrupa ve Avustralya’da da büyük bir nüfusun yaşadığı bilinmektedir.
Bu trajediye rağmen onlar, olup bitenlere karşı kin-öfke ve intikam duyguları beslemeden hala yurtlarına, topraklarına kavuşmayı bekliyorlar.
Bu hasreti ABD’ye göç edip orada ölen Diyarbakırlı Süryani yazar merhum Naum Faik’in şu mısralarında açıkça görüyoruz:
“Sende doğdum sende ölmek isterim Ey Türkiyem,
Eylerim arzu türabında gömülsün bu tenim”
Aramıza ulusçuluk, milliyetçilik, dincilik, dinbazlık, ırkçılık girmiş olsa da, onlar yurtlarını, biz de onları özlüyoruz. Onlarsız Mezopotamya yoksul, yoksun, yetim ve mahzun…!
Kuşkusuz her hüznün de mutlu bir sonu vardır. Bu kadim topraklar, hepimizi farklılıklarımızla, haklarımızla ve zengin kültürümüzle Medeniyet ortak paydasında bağrında barındırmaya ve mutlu etmeye elbette zamanı gelince hazır olacaktır!
Bu topraklar bizimdir, hepimizindir ve hep böyle olacaktır. Güneşin yeniden doğuşu yakındır, özlemle, hasretle, umutla bekliyoruz!
Diyarbekir’in kıymetli kültür elçilerinden Şeyhmus Diken, duygularımıza şöyle tercüman olmuş:
anadan üryan bu memleket
örtünün
hem de en güzel libaslar kiras ve fistanlarınızla
yanında bir de
şal û şapik olsun
illaki dokuması
Asuri olsun…