Paradoksu tıp, matematik, fizik, felsefe gibi bilim alanlarında tanımlamadığımı ve buna göre yorumlamadığımı belirtmeliyim. Biliyoruz ki bazı bilim adamları paradoksları insan zihnini çalıştırmak için yararlı, hatta zorunlu görür.
Bunlara göre paradokslar, “insan zihninin sınırlarını zorlayan soruları içerirler. Bu sorular zihnin çalışmasına yardım eder. Ve olguları derinlemesine inceleme fırsatı sunar.”
Bu bağlamda en çok bilinen paradoks örneklerinden biri “tavuk ve yumurta paradoksu” olarak adlandırılır.
“Tavuk ve yumurta paradoksu bir soruyla insanlara yöneltilmektedir. Soru “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” sorusudur. Bu düşünce irdelendiğinde, gelişmiş tavukların bir yumurtadan çıkarak büyüdükleri bilinir. Ancak yumurtanın da kaynağı incelenirse, yumurtanın tavuk tarafından üretildiği göze çarpar.
Bu düşüncelerden yola çıkılarak, tavukların yumurtadan çıktığı kesin bir bilgidir. Ancak yumurtanın da tavuktan üretildiği yine kesindir. Bu fikre göre her iki önerme de doğrudur. Kabul edilebilir kesin kanıtları bulunmaktadır.”
Benim sözünü ettiğim paradoxe/paradoks; çelişki, zıtlık, karşıtlık, aykırılık anlamlarına gelir. Fransızca kökünden gelen bu kelimenin çok farklı tanımlarından birisi şöyledir:
“Paradoks, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki oluşturması veya sezgiye karşı bir sonuç oluşturmasıdır.”
Atilla İlhan’ın şu ifadesi bu anlamda değerlendirilebilir:
“Başından beri çevremizde bize karşı bir kalabalık, gerçek dışı bir grup olarak kaldık, toplumsal bir paradoks olarak.”
Paradoks tabiri ile gerçeklerden kopmuş, çelişkiler, zıtlıklar, kurgu ve hamaset ile yönetilmeye çalışılan bir coğrafyadan, yani bizim coğrafyamızdan söz ediyorum.
Dillerde ve iddialarda hak-hukuk-hürriyet-adalet-eşitlik-kardeşlik-birlik-beraberlik-dindarlık gibi birçok değer söz konusu iken, kurumsal, siyasal, dinsel, yaşamsal alanda bunların hiç birisinin olmaması veya tam tersinin olması paradoks değil de nedir?
Partiler var siyaset yok, siyaset var demokrasi yok, devlet var hukuk yok, mahkemeler var adalet yok, din var iman yok, Müslüman çok İslam yok, cami çok ibadet yok, üniversite var bilim yok, okul var eğitim yok, alim çok ilim yok, şeyh çok irfan yok, insan çok insanlık yok vs her alanda paradoksal bir durum yaşıyoruz.
Bizim gerçekliğimiz, daha çok “çelişki/tenakuz”, yani sözlerin veya davranışların birbirini tutmaması biçimindedir. Tarihimiz, milliyetimiz, kökenimiz, dinimiz örneklerden sadece bir kaçıdır. Gerçek ile uydurulanı birbirinden ayıramadığımız için ve uydurulanı gerçek sandığımız için bunların tamamı bizim için paradoksal bir durum arz etmektedir.
“Bu topraklarda sahici olan duygular korkudur, otoriteye boyun eğmek, muktedirlerin eteğine yapışmaktır… Bu topraklarda gerçek olan; riyâdır, takiyyedir, ikiyüzlülük, küçük menfaatleri koruma güdüsüdür…
Asla ve asla sahici olmak, hakiki olmak ve akıl, bilim ölçüleri içinde asla gerçekliği temsil etmek değildir…” diyen Rubil Gökdemir, paradoksal durumumuzu şöyle örneklendirmektedir:
* Bu topraklarda sağ sağ değildir, sol da sol değildir…
* Bu topraklarda partiler, parti değil, siyasetçi de siyasetçi değildir…
* Bu topraklarda sendika, oda ve diğer STK’lar STK değildir…
* Bu topraklarda muhalefet muhalif değildir…
* Bu topraklarda dindarlar, dindar değildir…
* Bu topraklarda devrimci, devrimci değildir…
* Bu topraklarda “hayırseverlik” bile oluşturulmak istenen algı dışında hayırseverlik değildir…
* Gazeteci, gazeteci değil, hukukçu hukukçu değildir…
Bu topraklarda her şey bir gölge oyunudur… Gerçekten de öyle değil mi?
Müslüman çoğunluk yolsuzluğu, adaletsizliği, ayırımcılığı, hak ihlallerini, kul hakkını yemeği, zorbalığı İslam’a aykırı görür. Ancak karşı olduğunu iddia ettiği bu günahların tamamını toplumsal olarak yaşar. Veya “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye inanır, bunu vaaz eder ancak tarih boyunca ve bugün de kendisinden olana -zalim de olsa- itaat etmeyi vacip/gerekli sayar.
Bu durum paradoks değil midir?
Kur’an’ın ilk inen ayeti, “OKU” emriyle başladığı halde Müslüman çoğunluk cehalet içinde yüzmektedir. Bilgi’ye, Bilim’e itibar etmemekte ve itina göstermemektedir.
Birçok ayette “düşünmez misiniz?”, “araştırmaz mısınız?”, “akletmez misiniz?” buyrulduğu halde özgür düşünceyi ve akıl yürütmeyi “sapkınlık” sayan bir çoğunluk vardır.
Bu bir çelişki/tenakuz, yani paradoks değil midir?
Kuşkusuz bu durum, sadece Müslümanlar için, ülkemiz veya coğrafyamız için geçerli değildir. Benzer bir durumu her coğrafya ve insanlık yaşamaktadır.
Ortadoğu çöllerinde doğduğu halde (hz) İsa’nın “Avrupalı” olduğuna karar verilmesini paradoksal bir durum olarak gören Eduardo Galeano, paradoksu da tarihin insanlıkla dalga geçmek için tuttuğu ayna olarak tanımlamaktadır.
Galeano, Paradoksal durumu şu örneklerle aydınlatmaya çalışır:
“İsa’nın doğumunu kutlayan Noel bayramı, şimdilerde, İsa’nın bir zamanlar tapınaktan kovduğu sarraflara en çok para kazandıran ticaret kolu sayılıyor.
Fransızların en Fransız’ı Napoleon Bonaparte, Fransız değildi.
Rusların en Rus’u Stalin, Rus değildi ve Almanların en Alman’ı Hitler Avusturya’da doğmuştu.
Margherita Sarfatti, Yahudi düşmanı Mussolini’nin en sevdiği kadın, Yahudi’ydi.
Latin Amerikalı Marksistlerin en Marksisti olan Jose Carlos Mariategui Tanrı’ya tutkuyla inanırdı. Arjantin Ordusu, Che Guevara’yı, “Askerlik yaşamına hiçbir şekilde uygun değil,” diye nitelemişti…”
Bu örneklerin tamamını kendimize ayna tutmak için dikkatinize sundum.
Ne yazık ki geri kalmışlık, cehalet, dinbazlık, ayırımcılık, ırkçılık gibi patolojik vakaların tamamı -inkar edilse de- hayatımızı sarmış durumdadır.
Bu anlayışın, iddialarımızın tersine hayatımıza hakim olması paradoks değil de nedir?