Bugün dünyamız, yoksulluk, şiddet, terör, savaş, hak ihlalleri sosyal adaletsizlik, ahlaki çöküntü, etnik, inanç, mezhep ve din bağnazlığı, cinsiyet ayırımcılığı, çevre kirliliği gibi sorunlar yanında global bir siyasal gerilim de yaşamaktadır.
Bu sorunlar artık insanlık için ve her toplumu ilgilendiren küresel bir tehdit halini almıştır. Coğrafyamızda, bu sorunlarla birlikte ilave olarak çok yönlü terör ve katliamlar, talan, yağma, yıkım ve tahribatlar çok daha yaygın ve yoğun yaşanmaktadır.
Bu olumsuz gelişmelerden dolayı sadece insanlarımız ölmüyor, evlerimiz-yurtlarımız yakılıp yıkılmakla kalmıyor, şehirlerimiz, yüzlerce yıllık eserlerimiz, binlerce yıllık tarihimiz, kültür ve medeniyetimiz de yıkılıyor ve talan ediliyor.
Ne yazık ki küresel işgalciler, katliam, yağma ve talanı milli unsurlarla birlikte ve yerel işbirlikçilerin desteği ile yapıyor.
Hamasi meydan okumaların, şahlanıp kükremenin, gerilim ve gerginlik yaratmanın arkasında hep bu işbirliği yatmaktadır.
Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin Filistin dostluğu ve İsrail düşmanlığı ile yapmak istediklerine bakılınca bütün bunlar çok açık biçimde görülmektedir.
Saldırgan ve işgalci İsrail politikalarının en büyük destekçilerinin adı geçen ülkeler olduğu bilinmektedir. Sırf bu nedenle, Irak-Suriye ve Libya yerle bir edilmiş, kuvvetleri yok edilmiş ve İsrail için bir tehdit unsuru olmaktan tamamıyla çıkarılmıştır.
Küresel ve emperyal işgallerin, uluslararası ve bölgesel terörizmin coğrafyamızda işlediği cinayetler ve tahribatlar ortadadır. Bunları yazmak, anlatmak, teşhir etmek ve sorgulamak vicdan, ahlak ve insanlık gereğidir.
En az bunun kadar, bence bundan daha çok gerekli olan; aidiyeti, dini, etnik ve inanç kimlikleri ne olursa olsun bu toprakların ve bu coğrafya insanlarının öncelikle kendileriyle yüzleşme zorunluluğudur. Sorumluluğu dış güçlere atarak kendimizi daha fazla aldatmaya artık vaktimiz kalmadı.
Irkçılık, ayırımcılık, ayrışma, bölünme, nifak, tahakküm, zorbalık, zulüm, cehalet, yoksulluk, kutuplaşma, düşmanlık gibi coğrafyamıza ve toplumlarımıza egemen olan olumsuzlukların öncelikle bizden kaynaklandığını kabul etmeliyiz!
Öncelikli mücadelemizin ve toplumsal ittifaklarımızın bu olumsuzluklar karşısında gerçekleşmesi gerektiğine inanıyorum.
Kuşkusuz böyle bir bilinç ve ittifak oluşturmak kısa vadede mümkün değildir. Ancak ceberut ve otoriter yönetim sistemine rağmen sorunlarımızın tespit ve teşhisinde kendimizle yüzleşerek mozaiği oluşturan müşterek değerlerimizi ortaya çıkarabiliriz, diye düşünüyorum.
Bugün coğrafyamızda etnik, kültürel ve dinî farklılıklara saygı ve bu saygı içinde birlikte yaşama kültürünün yaygınlaşmasına ekmek-su kadar ihtiyaç duyulmaktadır.
Bizler de etnik, dini, inanç, mezhep, politik tercih, sosyal yaşam gibi farklılıklara saygı duymak ve bu saygıyı yaygınlaştırmakla işe başlayabiliriz.
Bu topraklarda etnik ve dinî kimlik mücadeleleri asırlar önce başlasa da, karşıtlık, düşmanlık ve çatışmalar daha çok modern çağın ürünüdür.
Antisemitizm veya soykırım gibi olgu ve hadiselere ancak 19’ncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren rastlanmaktadır.
Bu coğrafyada geçmişte yaşanmış savaşların, işgal, yağma ve katliamların nedeni; etnik veya dini farklılıklar değil, egemenlik ve siyasal tahakkümdür. Bu savaşların çoğu da Müslüman unsurlar arasında meydana gelmiştir.
Ortak değerler sadece batı kaynaklı veya bir dine dayalı olmak zorunda değildir. Esas itibarıyla değerler, bir tek düşünce sisteminin de üretimi değildir.
Farklılıkların bir ‘mozaik’ olarak tanımlanması, toplum değerlerinin mozaik sayısı kadar çokluğunu ifade eder. Bu nedenle bize düşen sadece ‘evrensel değerler’ diye tanımlanan belirli ilkelere değil, mozaikte yer alan bütün renklere, çeşitliliğe ve unsurlara saygı duymaktır.
Başkaları üzerinde tahakküm oluşturmadan, başkalarını kendimize benzetmeye çalışmadan, hiçbir farklı unsuru yok saymadan ve baskı altına almadan, farklılıklarına rağmen sırf bu toprakların unsurları ve insanları oldukları için değer verebilmeyi, saygı göstermeyi, hak ve hukukunu tanımayı kabul etmek zorundayız.
Medeni insanlar olmanın ölçüsü de, “insanların aralarındaki ortak paydalar alabildiğine az olmasına rağmen” ortak hareket edebilmeyi başarmak değil midir?
Kimliklerin, mezheplerin, din ve inançların çatıştığı bir düzeni geride bırakarak, fikirlerin, bilimsel araştırmaların, gelişme ve yenilenmenin, ilim, irfan ve hikmetin özgür zeminini kurmak zorundayız.
Hukuk üstünlüğünün tesis edilmediği topraklarda gelişme de, özgürlük ve barış da tesis edilemez. Kendimizle yüzleşmenin, birlikte yaşamamızı kolaylaştıracak ortak değerlerimizi de açığa çıkaracağına inanıyorum.
Bu durumda barış ve güven içinde bir arada yaşamayı başarmamız kolaylaşacaktır.
Aksi halde, çok etnisiteli, çok dinli ve çok kültürlü bir coğrafyada farklılıkların bir arada barış içinde yaşaması giderek daha da zorlaşacak, iç çatışmalar ve bölünmeler mümkün hale gelecektir.
Ya sahip olduğumuz ortak paydalarda, zaten var olan ancak bizim kirlettiğimiz ve tek renge boyadığımız mozaiğin sayısız renklerini, çeşitliliğini ortaya çıkararak değerlerimizin hepsine ‘demokrasi’ zemininde saygı gösteririz ve birlikte yaşamanın hukukunu oluştururuz veya izmihlale boyun eğer, dağılmaya, parçalanmaya, bölünmeye, sömürülmeye devam ederiz.