Dikkatimi çeken bu ifade, İran‘da yasal olarak kamusal alanda zorunlu olan ve kadınlara sadece kamusal alanlarda değil, çarşı-pazar dâhil sosyal alanların tamamında “başörtüsü” takmayı dayatan resmi ideolojiye karşı mücadele veren sembol isimlerden Masih Alinejad‘a aittir.
Nevşin Mengü’nün Masih Alinejad ile Face Time üzerinden gerçekleştirdiği söyleşiden alıntı yaptım. Bu vesileyle başörtü zorunluluğunu konu alan çalışmalarını “Herkes İstediği Gibi Yaşasın” kitabıyla yayımlayan gazeteciler Büşra Cebeci ve Nevşin Mengü‘yü kutluyorum.
Türkiye’de bir dönem, başörtüsünün “laikliğe aykırılığı” ve “dini sembol/simge” sayıldığı gerekçesiyle kanunlarla yasaklanmış, sadece kamusal alanda değil, özerk olması gereken üniversitelerde dahi başörtüsüyle derslere girilmesi engellenmişti.
Yüzlerce kız öğrence sırf bu nedenle okullarından hukuksuz olarak uzaklaştırılmış ve aileler mağdur edilmişti.
Başını örten kadınlar için belediye toplu ulaşım araçlarının dahi kamusal alan sayılıp sayılmayacağı gibi trajikomik hikâyeleri üzüntüyle hatırlıyoruz.
Ülkemizdeki uygulamaların bir benzeri ancak tam tersine bir durum İran’da uygulanmaya devam edilmektedir. Kadınlar, kamusal ve özel alan ayırımı olmaksızın “dinin emri!” gereğince başlarını örtmek zorundadırlar.
Laikçi Türkiye gibi dinci İran da “varlığını, başörtüsünün varlığı ve yokluğu meselesine teslim etmiş” durumdadır.
Türkiye’deki uygulamalara karşı direnişin bir benzeri de İran’da görülmektedir. Her iki ülkenin uygulaması da özgürlükler ve insan haklarına aykırı olduğu gerçeği dikkate alındığında, iki kesimin de -amaçları farklı da olsa-verdiği özgürlük mücadelesinin anlamlı ve değerli olduğunu düşünüyorum.
Her iki kesimin de özgürlüğünü “çalınmış özgürlük” olarak tanımlamak mümkündür. Farklı biçimlerde de olsa “özgürlüklerin çalınması” kuşkusuz hırsızlıktan öte bir hak gaspıdır.
Baskı, dayatma ve ağır cezalara rağmen gasp edilmiş hakların mücadelesini vermek hiç kuşkusuz bir erdem ve insan onurunun bir gereğidir.
lgnazio Silone takma adıyla eserler yazan İtalyan yazar Secondo Tranqulli’nin ifadesiyle;
İnsan özgürlüğü başkasından dilenemez, özgürlüğü kazanmasını bilmesi gerekir.
Belki de kazanmayı bilmediğimiz için özgürlüklerden mahrum bırakılıyoruz. Veya mücadele etmediğimiz için çalınmış özgürlüklerimizi geri alamıyoruz!
OHAL ve KHK ile milyonlarca insanın özgürlüğü çalınmadı mı?
Milyonlarca insanımızın diline pranga vurularak özgürlükleri çalınmadı mı?
Yüzlerce tutuklu aydın, yazar ve siyasetçinin özgürlükleri çalınmadı mı?
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile 83 milyon yurttaşın özgürlüğü ve geleceği çalınmadı mı?
Ya da şöyle sormalıyım: Çalınmayan hangi özgürlüğümüz kaldı?
İktidar, devletçilik, dincilik, milliyetçilik boyasıyla boyanmış kesimler fark etmeyebilir; ancak özgürlüğüne ve onuruna düşkün insanlarımızın çoğu hak ve özgürlük gaspının farkındadır.
Ayrıca bu durum, ilgili uluslararası raporlarda da yer almaktadır.
Yayımlanan raporlarda; 21’inci yüzyılda siyasi haklar ve sivil özgürlüklerin en çok gerilediği ülkelerin başında Afrika ve Müslüman ülkeler gelmektedir.
Freedom House kuruluşunun 2020 yılı raporunda, “son 10 yılda özgürlüklerde en fazla gerilemenin olduğu üç ülke; Burundi, Türkiye ve Mali” olarak sıralanmaktadır.
Bu utanç bize yeterliyken, yönetici ve siyasetçilerimizin Müslümanlık referansı ile var saydıkları hak ve özgürlük iddiaları utancımızı kat kat artırmakta ve vicdanlarımızı kanatmaktadır.
Türkiye ve İran örneğinde olduğu gibi baskı ve zulüm sadece başörtüsü özgürlüğünde değil, düşünce ve fikir hürriyeti dâhil, özellikle siyasal yaşamın her alanında kendisini göstermektedir.
Koyun postuna bürünmüş kurt gibi sinsice ‘hak’ örtüsüne gizlenmiş batıl, adalet iddiasıyla yapılan zulüm, milli birlik ve kardeşlik söylemi üzerinden uygulanan ayırımcılık, din-diyanet ile de yaygınlaşan dilbazlık sonucu sadece özgürlüklerimiz çalınmadı, özgürlük bilinci dahi topluca katledilmiştir.
Türkiye örneğinde olduğu gibi adaletsizlik, hukuksuzluk, haksızlık ve ayırımcılığın egemen olduğu ve kanıksandığı bir ülkede özgürlük arayışlarının karşılık bulması neredeyse toplumda dahi imkânsız hale gelmiştir.
Totaliter, otoriter sistemlerin ve ceberut yönetimlerin egemen olmasının doğal sonucu olarak öncelikle adalet ve özgürlükler devre dışı kalır, zulüm, zorbalık, keyfilik yaygın hale gelir. Adalet mülkün (evren ve hayatın) temelidir.
Adalet yoksa özgürlük de yok demektir.
Fransız düşünür Joseph Joubert (1754-1824), “Ey özgürlük! Adalet varsa sen de varsın” demiştir.
Gerçekten de adalet olmadığı için özgürlüklerimiz çalınıyor, yönetimler tarafından gasp ediliyor!
Adalet-eşitlik-özgürlük-ahlak gibi ilkeler birbirilerini tamamlayan unsurlardır. Birinin yokluğu veya eksikliği diğerlerini de tahrip eder ve ortadan kaldırır.
Ahlak ve adaletin yaygın, etkin ve hâkim olmadığı ülkelerde, özgürlüklerin, hiçbir sözleşmenin, anlaşma ve mutabakatın güvencesi yoktur, olamaz da!
Özlü bir ifadeyle söyleyebilirim ki özgürlük, sınırsız ve sorumsuzluk değildir. Sınırı eşitliktir. Sınırlarını koruyan da adalettir.
Sorumlu davranmasını sağlayan da yüce ahlaktır ve iyi insan olmaktır.
Bunun için de çalınmış özgürlüğümüzü istiyoruz!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.